Krizden sonra para politikalarının, klasik hali ile, ekonomiyi desteklemeye ve ekonomide istikrarı sağlamaya yetmediği acı bir şekilde görüldü. Merkez Bankaları, tarihin en ağır resesyonundan kurtulmak için politika faizini sıfır seviyesine kadar yaklaştırdı, ancak bunun da fazla bir faydası olmadı. Bunun üzerine, kriz deneyimlerinden de yararlanılarak, yeni yaklaşımların gerektiği, hem piyasalarda hem de akademik dünyada sık sık dile getirilmeye başlandı. Herkesin "yeni normal" aramaya başladığı ortamda, klasik para politikası çizgisinin iyice dışına taşıldı.
Para politikası, kabaca, bir ülkenin para otoritesinin, fiyat istikrarını ve para birimine genel güveni sağlamak için para arzının boyut ve oranını kontrol etme sürecidir. Merkez bankaları bunu faiz oranını ya da zorunlu karşılıkları değiştirerek yapıyor. Kısaca para politikası "eski normal"de, "tek hedefli tek araçlı"ydı, yani tek hedefi fiyat istikrarıydı ve bunu sağlamak için de genellikle kısa vadeli faizler kullanılıyordu.
Ancak ABD'de konut piyasası kredilerinde başlayan ve domino etkisiyle hızla tüm dünyaya yayılan kriz, sorunların yapısının, içeriğinin ve bu sorunları çözmeye yönelik politikaların yeniden gözden geçirilesine neden oldu. Ders kitaplarında öğretilenler ya da teoride sağlam temellere oturtulan görüşler yanlışlanmasa da en azından etkisiz kaldı. Böyle dönemlerde para politikası dahilinde kullanılan araçlar istenen sonuçları vermedi. Örneğin gevşek para politikası sonucu, faizlerin düşmesi ve likiditenin bollaşması reel sektöre beklenen desteği sağlayamadı ya da deflasyon tehdidini gideremedi. Özetle, "tek hedefli tek araçlı" politika faizlerin sıfır seviyesine düşmesi ile etkisini kaybetti.
Bilimsel çalışmalar ve akademik tartışmalar, uzun vadede fiyat istikrarının sağlanmasının her zaman kaydadeğer ve cazip bir hedef olduğunu, ancak bunun tek başına makro alanda istikrarı sağlamaya yetmediğini gösteriyor. Bu istikrarın sağlanması için, ek olarak, özellikle gelişen dünyada krizlerin tetiklediği sermaye çıkışları sonrası sermaye akımı yönetimi ya da döviz kuruna müdahale gibi yöntemlerin etkin kullanılması söz konusu. Öte yandan, ekonomilerin birbirleri arasındaki yakın ilişki ve geçişkenlik, bu ülkeler ya da ülke grupları arasında daha derin bir işbirliğinin gerekliliğini ortaya çıkardı. Zira Fed'in alacağı herhangi bir karar ya da Çin'in atacağı bir adım, dünyanın kalan kısmını derinden etkileyebiliyor. Dolayısıyla bu ülkeler ya da bölgeler, karar alma sürecinde diğerlerini de dikkate almak ve onlarla işbirliğine gitmek durumunda. Kriz döneminde merkez bankalarının birbirleriyle yaptıkları takas anlaşmaları likidite akışkanlığını önemli ölçüde rahatlatmıştı.
Öte yandan, kriz döneminde uygulanan, tahvil alım programları yoluyla parasal genişleme (para basmanın kibarcası) ya da sözlü yönlendirme gibi olağandışı para politikası araçlarının faydalarının görülmeye başlanması, bu araçların olağan dönemlerde de kullanılmasına ilişkin tartışmaları da gündeme getirdi.
Ancak merkez bankalarının klasik araçlarının yanında olağandışı araçları da kullanması ve bunun sonucu kullanılan araç yelpazesinin genişlemesi, yakından tanık olduğumuz üzere, merkez bankalarının bağımsızlığını korumasını daha zorlaştırıyor ve merkez bankalarını siyasi müdahalelere daha açık hale getiriyor.
Sonuç olarak, uzun vadede fiyat istikrarı etkili bir hedef olmayı sürdürüyor ve merkez bankalarının bağımsızlığı da kritik bir faktör olarak kalmaya devam ediyor. Makro ihtiyati tedbirlerle korunmaya çalışılan finansal istikrar ve dış ticaret kaynaklı istikrar ise "yeni normal"de parametrelere eklenmiş görünüyor. Para politikasında uluslararası eşgüdüm ve karşılıklı deneyim alışverişi de elbette önemli bir yerde. Şimdi sıra, tüm bunları etkili bir şekilde bir araya getirip krizleri önleme, krizlerden korunma ve/veya krizlerin etkisini azaltmaya odaklanmada.