2008 finans krizi, Büyük Bunalım'dan bu yana ekonomik alanda görülen en büyük sarsıntıydı.
Sarsıntının kendisi kadar artçı dalgaları da çok şiddetli oldu.
Hükümetler ve para otoriterleri, aynı zamanda akademik cephe, daha önce karşılaşmadıkları boyut ve kapsamdaki bu krize olağan politika araçları ile çözüm bulunamayacağını, oldukça sert kayıplar verildikten sonra görebildiler.
Merkez bankalarının, ağır resesyondan kaçınmak ve finans piyasalarını yeniden normal işleyişine kavuşturmak amacıyla, krize ilk tepkileri politika faizlerini sıfır seviyesine çekmek ya da yaklaştırmak oldu. Bazı faizler ilerleyen dönemlerde eksiye bile geçti.
Bunun da sorunu çözemediği görülünce, olağan dışı yöntemler gündeme geldi. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Japonya ve Avrupa merkez bankaları varlık alımları yoluyla ekonomiyi canlandırmaya ve deflasyon sarmalından kaçınmaya çalıştılar.
Sözü edilen olağan dışı tedbirlere en iyi örnek, bilançosunun yaklaşık dört kat büyümesine neden olan Fed'in tahvil alım programlarıydı.
Fed Kasım 2008'den sonra, konut piyasalarına, istihdama ve reel ekonomiye destek sağlamak amacıyla uzun vadeli faizleri düşürmek için, tahvil alımlarına başladı. Parasal genişleme (QE) olarak da adlandırılan bu programların en önemli etkilerinden biri de, varlık alımları yoluyla piyasalara verilen paranın önemli bir kısmının gelişen piyasalara gitmesi oldu.
Varlık alımlarının büyüme, istihdam ve enflasyon gibi makro değişkenleri nasıl etkilediğini görmek oldukça zor. Zira bu değişkenler, teknoloji ve yatırımcı beklentileri gibi diğer değişkenleri de etkiliyor ve belli bir zaman boşluğunun ardından etkilerini gösteriyor.
Ancak parasal genişlemenin, varlık fiyatlarının yeni enformasyona daha çabuk tepki vermesinden dolayı tahvil faizleri, kurlar, hisse senetleri ve emtia fiyatları gibi varlık fiyatları üzerindeki etkileri daha rahat görülebiliyor.
Öte yandan, varlık fiyatlarının tüketim ya da yatırım gibi faktörleri etkilemesinden dolayı, politika yapıcılar bu etkileri çok da fazla gözardı edemiyor.
Krizi önlemek için alınan tedbirler sonucu, özellikle 2010 yılından sonra, fonlar, güçlü büyüme gösteren ve daha iyi getiri imkanları sağlayan gelişen piyasalara akmaya başladı. 2010-2013 döneminde küresel fon akışının neredeyse yarısı gelişen piyasalara giderken, özellikle Euro Bölgesi'ne giden fonlarda önemli düşüşler meydana geldi. Gelişen ekonomilere fon akışları kriz öncesi dönemde de güçlüydü. Ancak bu sermaye akışının kompoizisyonu farklıydı.
Bu dönemde fonlar doğrudan yabancı yatırım şeklinde gelirken, portföy yatırımları daha küçük bir paya sahipti. Ancak krizden sonra, daha uzun vadeli doğrudan yatırım yerine sıcak para olarak da adlandırılan portföy yatırımlarının payı arttı.
Öte yandan, gelişen piyasalara yönelen bu fonlar bazı ülkeler üzerinde konsantre oldu ve net sermaye akışının yüzde 90'ı Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Meksika, Peru, Polonya ve Türkiye'ye yöneldi. İlk başlarda gelişen ülkeler krizin etkilerinden korunmak için maliye ve para politikalarını gevşettiler.
Ancak daha sonra üretim boşluğunun kapanması, varlık fiyatlarının artması ve tahvil faizlerindeki düşüşe rağmen, bu ülkeler gevşek politikalara devam ettiler. Bu ülkeler fon akışlarının süreceği algısına kapılarak, sermaye girişine ve sermaye girişinin kurlar üzerimdeki etkilerine tedbir almadılar ya da aldıkları tedbirler yeterli olmadı.
Bu fon girişleri ülke para biriminin değer kazanmasına ve iç talebin artmasına, buna bağlı olarak da cari işlemler açığına ya da cari fazlasının daralmasına neden oldu. Bazı ülkelerde enflasyon canlandı. Kısa vadeli borçlanmalar finansmanda daha fazla pay almaya başladı.
Bu gelişmeler sonucu politika tamponları aşınan ve buna bağlı olarak manevra alanı daralan ülkeler, küresel finansal koşullardaki değişikliklere daha kırılgan hale geldi. Bu gelişmeler ile birlikte gelişen ekonomilerin büyük bölümünde, hem dönemsel hem de yapısal faktörlerden dolayı ekonomik yavaşlamalar meydana geldi.
Özellikle bu ülkelerin ihracat pazarlarındaki daralma durgunluğun en önemli nedenlerinden biriydi. Ancak 2013 yılının ilkbaharında ABD ekonomisinin güçlendiğine ilişkin işaretler gelmesi, dönemin Fed Başkanı Ben S. Bernanke'nin 22 Mayıs 2013'te Kongre'de yaptığı konuşmada, yılın ilerleyen dönemlerinde, varlık alımlarının hızında yavaşlamaya gidilebileceğini söylemeye yöneltti.
"Tapering" olarak adlandırılan bu safha, varlık alımlarının azaltılması anlamına geliyor ve zamanı geldiğinde varlık alımlarının sonlandırılması ve ardından da faiz artırımına gidilmesinin yolunu açıyor.
Bernanke'nin bu açıklamasını 19 Haziran'daki basın toplantısında da tekrarlaması ile birlikte, uzun vadeli ABD tahvil faizleri hızlı bir yükseliş gösterirken, dolar diğer para birimleri ve özellikle gelişen ülke paraları karşısında güçlendi. 2013 yılının yaz dönemindeki bu sert hareketlere, varlık alımlarının azaltılmasının yarattığı öfke anlamına gelen "taper tantrum" dendi.
Parasal genişlemenin varlık fiyatlarındaki hızlı olumlu etkileri, "tapering"in konuşulması ile birlikte aynı şiddette ters yönde oldu. Varlık alımlarının azaltılması ya da "tapering" konuşmaları gelişen piyasalara sermaye akışlarında ve varlık fiyatlarında ciddi volatilite yarattı. Fed'in olağandışı politikaları sonsuza dek sürdürmeyeceği biliniyordu, ancak yine de bu durum piyasaları şaşırttı ve bir anlamda şoka soktu.
Piyasalar gelecekteki faiz artışları için beklentilerini revize etmeye başladılar. Bunun sonucu, gelişen piyasalarda, para birimlerinin değer kayıpları, dış finansman primlerindeki artışlar, hisse senedi fiyatlarındaki sert düşüşler ve sermaye girişlerinde yavaşlama ve hatta çıkışlar gibi sert piyasa düzeltmeleri görüldü. İşte "taper tantrum" yani azaltına öfke, böyle ortaya çıktı.
Peki piyasalar neden bu şekilde davrandı ve sert tepkiler verdi? Buna yanıt olarak, piyasaların Fed'in varlık alımlarını azaltma niyetini iyi okuyamaması ve Fed'in ihtiyaç duyulandan çok daha önce sıkılaştırmaya giderek faiz artırımı yapacağı algısının ortaya çıkması verilebilir.
Fed'in Eylül 2013'te "tapering"i ertelemesinin ardından kısa vadeli faiz beklentilerindeki düzeltme hareketi ise piyasaların nihayetinde Fed'in politika niyetlerini doğru okumaya başladığını gösterdi. Mayıs-Haziran 2013 döneminde, bu "öfke"nin ilk dalgası neredeyse tüm gelişen ülkeleri olumsuz etkiledi.
Ancak bu tepki kısa ömürlü oldu. Ancak büyük çaplı dış finansman ihtiyacı olan ve makro dengesizliklere sahip ülkeler daha fazla etkilendi ve Brezilya, Hindistan, Endonezya, Türkiye ve Güney Afrika'dan oluşan bu ülkelere "kırılgan beşli" adı verildi.
2013 yılının 22 Mayıs ile Ağustos sonu arasındaki dönemde, bu ülkelerin tahvil faizleri ortalama 2.5 baz puan yükseldi, hisse senedi piyasaları yüzde 13.4 geriledi, para birimleri yğzde 13.5 değer kaybetti ve reervleri yaklaşık yüzde 4 eridi. Elbette bu dönemde tedbirlerini alan ve makro dengesizliklerini azaltan ülkeler daha az etkiledi.
Daha geniş anlamda bakarsak, "tapering" konuşulmaya başlandığı dönemde, temel göstergeleri daha güçlü olan, daha derin finans piyasalarına ve daha iyi büyüme parametrelerine sahip ülkelerin yanında, sermaye akışlarında daha fazla kontrole sahip olan ve önceden makroihtiyati tedbirler alan ülkeler çok daha az etkilendi.