İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 2010'lu yılların ortasına kadar ekonomik küreselleşme, genişleyen ticaret, artan sermaye akışı, daha hızlı ve daha ucuz iletişim imkânları, daha az oranda da göçe bağlı olarak durmaksızın gelişti. Bu bağlantılar hem derinleşip hem de artsa da global ekonomi, özünde her biri kendi ulusal politikalarına gömülmüş ulusal ekonomilerin bir araya toplanışından öteye gidemedi. Ancak artık bu durum değişiyor.
Bugün dünyayı yöneten kapitalist piyasaları inşa etmiş olan demokratik ülkelerde, ekonominin yapıtaşları – vergi sistemi, kamu harcamaları ve düzenleyici çerçeve– yasama organı tarafından yürürlülüğe sokuluyor ve hukuk sistemi tarafından yorumlanıyor. Bu da yapıtaşlarına ve yürüttükleri ekonomik faaliyetlere meşruluk kazandırıyor.
Fakat artık bir değişim söz konusu: Küçük ve orta çaplı ülkeler için küresel piyasalar halihazırda ulusal piyasalardan daha önemli bir konumda ve büyük ekonomiler için de gittikçe aynı öneme ulaşıyor. Önümüzdeki on yıl içerisinde, sermaye, finans ve nitelikli işgücü ulusal piyasalar yerine büyük bir dünya piyasası tarafından tahsis edilecek. Çoğu firma gerçekten çokuluslu yapıya ulaşacak; ana merkezlerini tek bir yere alırken (muhtemelen vergi yükümlülüğünün en düşük olduğu yere) üretim ve satış diğer tüm lokasyonlarda gerçekleşecek; yöneticiler ve çalışanlar ise dünyanın her yerinden olacak.
Böylesine bir küresel kapitalizm, her ne kadar henüz tamamlanmaktan uzak bir süreç olsa da, piyasaların artık ulus-devletlerin politika ve düzenleyici sistemlerine bağlı olmayacağı anlamına geliyor. Piyasalardan istenilen sonuçları elde edebilmek için, bu piyasaların küresel kuruluşlar tarafından daha derinlemesine ve daha etkin bir biçimde düzenlenmesi gerekiyor.
Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler’in ekonomiden sorumlu kolları, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer çok taraflı ekonomi kuruluşları, üye devletlerin ortak kurallar altında birleşmesi için uzun zamandır hizmet veren hâlihazırda platformlardır. Makroekonomik politikada IMF, ticari politikada ise DTÖ önemli yasal yetkilere sahip.
Bu çok taraflı kuruluşların kurulması ve devam ettirilmesi için iç politikalardan olabildiğince uzak durulmuştur. Özellikle de gelişmiş ülkelerde hazine bakanlıkları, merkez bankaları ve ticaret bakanlıkları siyasi aktivitelerde bulunsalar da bunu kamusal müzakerelerden kaçınarak yaptılar. Bugün bile ABD, Fransa veya Hindistan’daki ortalama bir vatandaş, DTÖ’nün gerçekte işlevinin ne olduğundan habersizdir.
Farklı bir deyişle, küresel piyasaların ortaya çıkması, meşruluk kazandıran bir politik sürecin parçası değildir. Çok taraflı kuruluşlar bu nedenle elitist olarak görülerek politik hedef haline geliyor. AB’de entegrasyona engel olan “demokrasi açığı” da benzer bir durumdur.
Aslına bakarsak, küresel kapitalizme karşı gittikçe yükselen kızgın bir direnç söz konusu. Bilhassa ABD Başkanı Donald Trump, “kendi başına yap” biçiminde bir neo-milliyetçiliği benimsiyor. Çok taraflı yapıları derinleştirmenin aksine onları tamamen ortadan kaldırarak küresel piyasayı zaten zayıf bağlarla bir parçası olduğu düzenleyici kuruluşlardan tamamen ayırmak istiyor. Trump, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde regülasyon ne kadar az olursa o kadar iyi sonuçlar doğuracağını düşünüyor.
AB ise tam tersi bir yol izliyor. Karşılaştığı iç zorluklara karşın, piyasaları ulusal sınırların dışında da denetlemeye devam ediyor. Bu yıl Avrupa Komisyonu’nun, Google’ın bir yan şirketi olan Alphabet Inc.’a ve Qualcomm’a anti-tekel kısıtlamalarını aştıklarından dolayı verdiği ceza 5 milyar Euro’dan (5,8 milyar dolar) fazlaydı. Yürürlülüğe giren Genel Veri Koruma Yönetmeliği ile AB kullanım, paylaşım ve kişisel verinin kontrolü hakkında kısıtlamalara gitti.
AB çok büyük çaplı bir piyasa olduğundan dolayı, atılan bu adımların etkileri de aynı derecede büyük. Yine de uluslararası standartlarda Avrupa gözle görülür derecede geride kalıyor. Ülkeler arası küresel ekonomik bağlılığın seviyesinin tam da tersini talep ettiği bir dönemde, başta Trump olmak üzere serbestleşme politikaları izleyen politikacıların eylemleri, Avrupa Birliği’nin bu geride kalışını gözler önüne seriyor.
Zaten topladıkları kârlar ile küçük çaplı yatırımcıları sektörlerde dışlama etkisine sahip olan, büyük çok uluslu şirketlerin, çok fazla vergi ödemesinden kaçınmalarına izin verilmesi ile eşitsizlik artıyor ve kamu bütçelerine zarar veriliyor. Fakat böylesine şirketlerin, etkin bir biçimde çok taraflı kooperatiflerin denetimi altına alınması mümkün. Benzer bir şekilde, iklim değişiminin etkileri ile savaşmanın tek yolu da tüm ülkelerin beraber çalışmasıdır.
Günümüzün küresel ekonomik gerçeklikleri çok taraflı kuruluşların etkin çalışabilmesini gerektirmektedir. Bu da sadece aktif kuruluşlarda reformlara gidilerek nüfuzlarının artırılmalısı ile değil, aynı zamanda da “Global Competition Authority” (Global Rekabet Otoritesi) gibi yeni kuruluşların kurulması gerektiği anlamına geliyor. Gerçek anlamıyla küresel bir politik müzakere yapılmadan bu adımların atılması mümkün değil.
Kuşkusuz ki, küresel politikanın ortaya çıkışı, geleneksel demokrasi kavramı üzerine başta ulusal egemenlik olmak üzere birçok soruyu akla getiriyor. Bununla birlikte, küresel piyasanın uyarlanmış düzenlemeler olmadan işlevini yerine getirmesi ancak yasal ve etkili uluslararası kuruluşların hükmüyle mümkün; bu da demokrasinin özünü yok saymak anlamına gelecektir.
Harvard’lı ekonomist Dani Rodrik, bir “üç önermeli durum” (trilemma) ile bu çelişkiyi modelliyor: demokrasi, ulusal egemenlik ve küreselleşme söz konusu olduğunda, aynı anda sadece ikisine sahip olabiliriz; asla üçüne de değil. Trump gibi milliyetçiler ise uzun vadede demokrasiye ve küreselleşmeye zarar verebilecek yollarla ulus-devlet yapısını güçlendirmeyi tercih ediyor.
Orta vadede ise kürselleşmenin artması kaçınılmaz; bu nedenle ulus-devletin ve ulusal politikanın kısıtlanması gerekiyor. Yeni global politikaya meşruluk kazandırmanın bir yolu ise yerel seviyelerde temellerinin atıldığından emin olmak. Bu temelleri atabilmek için yerel politikacıların, küresel problemlerin bileşenindeki tüm öğeleri nasıl etkilediğini anlatabilmeleri gerekmektedir. İklim değişimi, yerelleşen global politikaya başarılı bir örnektir.
Hangi kurumsal düzenlemeler seçilirse seçilsin, yeni global politikanın demokrasiyi zayıflatmak yerine güçlendirmesini sağlamak 21. Yüzyılın yeni politik mücadelesidir. Artık bu mücadele ile yüzleşmekten kaçınma lüksüne sahip değiliz.
* Türkiye'de 2001 krizi sonrasında hükümette yer alan Kemal Derviş sonrasında UNDP Başkanlığı görevinde bulundu. Derviş Brookings Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapıyor. Caroline Conroy da aynı enstitüde araştırma analisti olarak çalışıyor. İkilinin bu yazısı Project Syndicate'den alınmıştır. Çev: Elif Kesikbaş
**Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve BusinessHT'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir. Ayrıca burada yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Bu nedenle, sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir.