İçinde bulunduğumuz ortam teknik ekonomi yazıları yazmayı zorlaştırıyor ama biz işimize bakalım, en azından bakmaya çalışalım. Bu defa konumuz Gelişmekte Olan Ekonomiler (GOE) ve biz; arkada tema şarkımız, “Olmasaydı Sonumuz Böyle”.
GOE açısından yine bir dönemin sonuna geldik gibi duruyor. Oldukça uzun süren bir ‘yakınsama’ (convergence) dönemi – yani GOE’lerin Gelişmiş Ekonomilere (GE) oranla çok daha hızlı büyüdüğü ve zenginleşerek aradaki mesafeyi kapattığı süreç– en azından şimdilik sona ermişe benziyor. Aradaki büyüme farkının 2015’de 2 puan civarına gerilemesi bekleniyor, ki bu 2000’den beri görülen en düşük seviye (bkz. grafik)
Daha önce buna benzer yakınsama dönemleri, daha doğrusu GOE’lerin popülaritesinin çok arttığı dönemler, olmuştu ama görece çok daha kısa sürmüştü; hatta bu dönemler krizlerle sonlanmıştı. 1980 başlarında Latin borç krizine giden dönem, 1994’de önce Meksika sonra hemen hemen tüm büyük GOE’lerin krize girdiği 1990’lar dönemi gibi... İyi haber, bir noktada GOE’ler tekrar yatırımcılar nezdinde popüler hale gelecek ve bir gurup olarak tekrar daha hızlı büyümeye başlayacaklar çünkü bu, işin doğasında var... Kötü haber ise, bu zaman alacak ve öncesinde herkes iyice bir silkelenecek.
Yine bir GOE krizi olur mu ondan çok emin değiliz; en azından bildiğimiz GOE krizlerinin “şablonuna” tam oturmayan bir durum söz konusu şu an. Mesela kurlar artık dalgalanıyor, özel sektör borcu dolar cinsi ve yüksekçe yine ama kamu sektörü görece sağlam durumda, bankalar keza öyle. Dolayısıyla ufukta görünen; bir ödemeler dengesi krizi yerine, bir büyü(yeme)me krizi gibi duruyor. (Bu “şablonlar” detaylı olarak ve Kutu 2.1’de anlatılıyor.)
GOE’lerin neden sert bir şekilde yavaşladığı ve popülaritesini yitirdiği yönünde birçok çalışma yapıldı, yapılıyor. (Mesela şu ve çalışmalarına bakılabilir). Genelde söylenen, bir yandan işin üretkenlik/arz tarafının yani yapısal reformların bu süreçte iyice ihmal edildiği, bir yandan da dönemsel (cyclical) faktörlerin üst üste gelerek büyüme üzerinde ciddi baskı uyguladığı şeklinde. Örneğin emtia fiyatlarındaki çöküş (bu bizi, Hindistan’ı vs. olumlu etkiliyor ama GOE’lerin genel görünümü için negatif bir gelişme), büyük abi Çin’de sert bir yavaşlamanın başlaması (bu dönüp emtia talebini daha da vuruyor), ve tabi Fed tarafında istemeyerek de olsa yavaş yavaş bir normalleşmenin konuşuluyor olması gibi.
Ayrıca global kriz sonrası dönemi GOE’lerin iyi kullanmadığı, takip edilen büyüme stratejilerinin kırılganlıkları daha da arttığı da bir gerçek (Çin bunun en güzel ve ekstrem örneği; bizde oldukça iyi bir örnek teşkil ediyoruz). Şu anda genişleyici politikalarla gelinebilecek noktaya gelindi.
Bizde olan bitene de bu çerçeveden bakmak lazım. Artık yatırımcının “GOE olsun da ne olursa olsun, büyüme orda” dediği dönem çoktan geride kaldı. Yatırımcı artık hem kendi derdinde (o yüzden de nakit ve güvenli varlık tercihi artmış durumda); hem de son derece seçici. Bu noktada 1990’larda popülerleştirilen basit bir analitik çerçeveyi hatırlamakta fayda var: GOE’lerin popülaritesinin arttığı dönemler genelde itici (push) ve çekici (pull) dediğimiz faktörlerin -- yani yatırımcıyı/sermayeyi merkezden GOE’lere doğru iten (global likidite, risk iştahı vb) ve bu ülkelerden yatırımcıyı çeken (ülkenin kendi temel ekonomik ve siyasi parametreleri) faktörlerin – aynı yönde çalıştığı dönemler. “Push” faktörleri zayıflayınca iş “pull” faktörlerini kuvvetlendirmeye kalıyor; yani iş başa düşüyor. Mesela Hindistan bunu bir miktar becerdi ve ayrıştı – Merkez Bankası ile, siyasi reform sözüyle vs. Biz? Biz ters yönde ayrıştık.
Mesela aşağıdaki grafik “bizde işler kötü ama herkeste öyle...” söyleminin; örneğin kur tarafında pek doğru olmadığını gösteriyor. (Bu durum hisse senedi piyasası için de geçerli). Grafikte baz Nisan 2013 çünkü bir ay sonrası, Mayıs 2013, önemli bir tarih; eski Fed başkanı Ben Bernanke’nin ilk normalleşme sinyali verdiği zaman bu. O dönemden beri kurlara baktığımızda lira’nın performansı oldukça kötü... Doğrudur bizden kötülerde var -- mesela Rusya ve Brezilya – ama “bakın onlardan daha iyiyiz; biz 3. en kötüyüz” ne kadar anlamlı bir söylem onu okuyucunun takdirine bırakıyorum.
Peki bu neden böyle oldu? Cevabı basit: Bildik kırılganlıklarımız (yüksek dış finansman ihtiyacı), iki diğer unsur ile birleşti ve bu tablo ortaya çıktı. Bu iki unsurdan biri şüphesiz genel siyasi ortamımız. Detaylara girmeyelim ama her yönüyle üzücü ve son derece tehlikeli bir noktaya geldiğimiz herhalde genel kabul görüyor... Diğer unsur ise kur-faiz söylemimiz ve bunun yarattığı belirsizlik. Daha net ifade edecek olursak “kur mu zayıflasın faiz mi yükselsin?” ikileminde tercihin çok net olarak “kur zayıflasın” yönünde kullanıldığı, TCMB’nin de buna – kısmen istemeden de olsa – üstü kapalı onay verdiği bir ortamın oluşmuş olması.
Bu tercihin arkasında yatan ekonomi mantığı da sanırız Türkiye’nin bu şekilde “dönüşebileceği” – ihracatı destekleyip ithalatı ikame eden bir yeni yapının ortaya çıkacağı – varsayımı ve beklentisi. Ben buna kendimce “Asya özentisi gelişme stratejisi” diyorum. Benim kanaatimce – böylesi bir gelişmişlik seviyesinde -- pek uygulanabilirliği olmayan bir strateji bu. Nedenleri muhtelif mesela kur zayıfladıkça ciddi bir kısmı enflasyon olarak geri geliyor. Kaldı ki kurla rekabet kazanmanın bir limiti var; yapısal faktörler çok önemli. TL/USD 4.0 de olsa, niyetiniz yoksa kurumlarınızı güçlendirmeyeceksiniz, hukuk devleti olmayacaksınız; vasıflı insanlarınız bollaşmayacak vs.
Aşağıdaki grafik bu bağlamda ilginç. Global kriz öncesi döneme göre kurda (bugün itibariyle ve nominal sepet bazında) %100 civarında değer kaybı var ama kriz öncesi noktaya göre dolar cinsi yıllık ihracatımız sadece 10 milyar dolar kadar daha fazla... Demek ki bu işi kurla kıvırmak pek öyle kolay değil. Kaldı ki bizim durumumuzda “kurda kontrollü değer kaybı” stratejisi oldukça riskli bir strateji. Enflasyonumuz yüksek ve çapalanamamış, bilançolarda kur riski var, dolarizasyon azmış durumda, rezervlerimiz net olarak yetersiz, vs. Bu anlamda ucu açık şekilde uygulanan bir “kurda kontrollü değer kaybı” stratejisi bir istikrarsızlık reçetesi aslında.
Peki bu esnada Merkez Banka’mız olan biteni neden seyrediyor? Kendilerine haksızlık etmek istemeyiz ama karikatürize edecek olursak Merkez Bankası bizce “aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık” o halde ne haliniz varsa görün modunda. Öyle ya; Merkez istikrar diye topa girip faiz artırsa; herkes üstüne çullanacak – ülkenin iklimi buna hiç uygun değil. “İyisi mi bırakayım son ana kadar, bu deneyi yaşayarak öğrenelim” demek Merkez açısından daha “akıllı” bir tercih oluyor bir yerde.
Bu doğru bir kamu politikası değil ama kurumun kendini koruma mekanizmaları açısından doğru olduğu söylenebilir.
Sonuçta global ortam GOE’ler aleyhine dönerken yani “push” faktörleri belirgin zayıflarken, masaya bunu telafi edecek “pull” faktörlerini koyamıyoruz; tam tersi hikayemiz gittikçe tatsızlaşıyor.
Tam evimizin toplanması, yeni bir hikaye inşa edilmesi gereken zamanda, aksi yöne hareket ediyoruz.
Peki ne yapmalı? Cevap basit; üç bacaklı yeni bir yaklaşım oluşturulması gerekiyor: Kendiyle barışmaya çalışan bir ulus, durumu doğru analiz etmiş bir ekonomi düsturu ve kurumsal tahribatı onarmaya çalışan bir siyasi yaklaşım.
Aslında bir zaman önce böyle bir Türkiye vardı; 2002-2006 Türkiye’si örneğin, böyle bir Türkiye idi. O günlerde mütevazi, pragmatik ve kapsayıcı bir iktidar; o veya bu sebepten dolayı da kurumlarını güçlendirmeye çalışan bir Türkiye vardı... Kısaca çare o Türkiye’ye geri dönmekte. Aslında bunu da az çok biliyoruz; tek bilmediğimiz bu noktaya nasıl bir maliyetle geleceğimiz.