Bir önceki yazımızda enflasyon Türkiye’de neden düşmüyor diye sorduk. Kısaca dezenflasyon – yani enflasyonun düşük tek haneli düzeylere indirilmesi meselesi-- son tahlilde: 1) ayağını yorganına göre uzatma; ve 2) inandırıcı olma meselesidir dedik. Tanımı gereği gelip geçici oldukları için ‘şoklar’dan çok, bizim çekirdek göstergelerdeki yüksek enflasyon trendini mesele etmemiz gerektiğini vurguladık.
Bunlardan ilki (ayağını yorganına göre uzatma meselesi) ekonominin arz-talep dengesi demek; dezenflasyon olması için, ‘potansiyel’ büyüme konusunda muhafazakâr bir tahminde bulunup – ki kanımızca biz böyle yapmıyoruz, gerçek büyümeyi veya talebi bir müddet bu oranın altında tutmak yani ekonomiyi ciddi soğutmak gerekiyor. Bunu yaparken de koordineli bir makro çerçevede hareket edilmesi ve diğer politika alanlarının (maliye, makro-ihtiyati ve gelirler politikası) para politikasına destek vermesi elzem oluyor.
İnandırıcı olma meselesi ise TCMB’nin asli görevi olan fiyat istikrarına tüm gücüyle – söylemleriyle ama tabi daha önemlisi aksiyonlarıyla -- asılması, bunun en temel amaç olduğu konusunda, fiyat yapıcılarını/ücret belirleyicilerini %100 ikna etmesi, bu sayede beklentileri hedef doğrultusunda çapalaması ile ilgili.
Elbette bu iki konu aslında birbiriyle ilişkili; kamuoyunu buna ikna etmek bazen oldukça düşük bir büyümeyi bir müddet kabul etmek anlamına gelebiliyor. Yani -- özellikle kredibilitenin zayıf olduğu durumlarda -- enflasyonu düşürmek için çok aşırı olmasa da bir bedel ödenmesi veya bir ödünleşmenin kabul edilmesi gerekebiliyor. Ders kitaplarında bunun en güzel örneklerinden biri
Türkiye bizim kanaatimizce aslında bu noktaya geldi -- nitekim Başkan Başçı da bir müddet önce, çok yerinde bir referansla Volcker’ı telaffuz – kanımızca biz bu realiteyi ülke olarak görmezden geliyoruz...
Konumuza dönelim... Eğer bir nevi bedel ödenmesi konusunda anlaşıyorsak, bir sonraki soruyu sormak da anlamlı oluyor: Peki enflasyon düşmeli mi? Madem bir bedel ödenmesi söz konusu, buna değer mi? Bizim cevabımızı tahmin edebiliyorsunuz: Evet, kesinlikle değer... Nedeni de basit; yüksek tek hanede takılmış bir enflasyonun zararları, faydalarından (o da eğer var ise) çok daha fazla... Özetle, enflasyonu düşürmek bizi daha rekabetçi, daha verimli ve daha istikrarlı bir ekonomi yapacaktır ve bütün bunların sonucunda net büyüme etkisi de pozitif olacaktır...
Yazının geri kalanında bu görüşümüzü -- en azından kısmen -- açmaya çalışalım...
Enflasyonun ‘bildik’ hasarları üzerine kısa bir hatırlatmaca...
Enflasyonun ders kitaplarında zararları anlatılırken kullanılan standart argümanlara hepimiz biraz aşinayız. (Mesela TCMB’nin hazırladığı ). Bunları genel de olsa enflasyonun “kaynak ve gelir dağılımına” olumsuz etkileri şeklinde özetleyebiliriz. Enflasyon (yüksek tek haneli de olsa) kaynak dağılımını bozuyor çünkü bu düzeylerdeki bir enflasyon aynı zamanda oynak da olduğundan, yatırım kararlarınızda, karlılık hesaplarınızda evdeki hesap çarşıya uymuyor. Bu yatırımları yanlış yere yönlendirebileceği gibi, tamamen de durdurabiliyor... Rekabetçi bir dünyadayız, düşük kar oranlarıyla hareket etmek durumundayız; enflasyonun yüksek ve oynak olması önümüzü görmemizi hesap kitap yapmamızı zorlaştırıyor...
Gelir dağılımı tarafındaki olumsuz etki ise malum. Özellikle sabit ve düşük gelirli --ve kendini enflasyon karşısında koruyamayan-- kesim, enflasyondan en çok zarar gören kesim oluyor. “Enflasyon vergisi” ağırlıklı olarak bu kesimin üstüne düşüyor ve gelir dağılımı daha da bozuluyor...
Bu ‘bildik’ hasarlara Türkiye özelinde oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz bir kaç tanesini daha eklemek mümkün. Bunlara kısaca: 1) imaj/algı sorunu, 2) rekabet sorunu, ve 3) kısa vadeli paraya davetiye çıkarma sorunu diyebiliriz...
Enflasyonun yarattığı algı sorunu...
İmaj/algı sorunu ile başlayalım. Her şeyden önce dünya normlarına göre yüksek bir enflasyon, yatırımcıların bu ülke ile ilgili algısını bozuyor. Şu anda bizim hem gerçekleşen enflasyonumuz hem de enflasyon hedefimiz görece yüksek. (Hedef konusunda incelenebilir; ilk bakışta görüleceği gibi bizimki gibi yüzde 5 hatta yüzde 2’lik iki yöne bant ile yüzde 7’ye kadar çıkabilen bir hedef oldukça yüksek kalıyor.)
Gerçekleşmelere gelince; aşağıdaki grafik, bize benzeyen veya gelişmişlik düzeyi açısından ‘onlar gibi olmak istediğimiz’ ülkeler arasında 2014 yılı için Türkiye’nin enflasyonunu gösteriyor. Görüldüğü gibi enflasyonumuz yüksek – bu sadece 2014’e özgü bir durum da değil. (Bu grafikten farklı türlerden yapısal sorunlarla boğuşan ve zaten pek benzemek istemeyeceğimiz 3 ülkeyi -- Ukrayna, Arjantin ve Venezuela’yı -- çıkardık.)
Enflasyonun görece yüksek olması sorun, çünkü yabancı yatırımcılar/analistler nezdinde enflasyon en temel makro istikrar göstergesi. Sizin enflasyonunuzun yüksek olması, yatırımcı nezdinde istikrar sorunu olarak algılanıyor – “burada yüksek enflasyon var, oynaklık var, demek ki bir şeyler iyi yönetilmiyor” sinyali veriliyor.
Konuya bu açıdan yaklaştığımızda Türkiye’de ara ara seslendirilen bir başka görüşün de – “enflasyon hedefine ulaşamıyoruz o halde hedef yükseltilsin” görüşünün de – sorunlu olduğunu görebiliyoruz: hedef yükseltilmesi, bir anlamda istikrarsızlığın süreceğinin ve gelişmiş ülkeler düzeyine çıkmaya kısa vadede niyetimizin olmadığının kabulü anlamına geliyor.
Kaldı ki yukarıda değindiğimiz gibi bizim zaten oldukça geniş bir bandımız var, bu şekilde enflasyonu defakto yüzde 7’ye kadar zaten tolere ediyoruz. Daha da önemlisi, yavaş yavaş hedefe gidelim dediğinizde, enflasyonu daha da katılaştırmış oluyorsunuz. Buna benzer bir tecrübeyi biraz yaşadık bile...
Aşağıdaki grafikte 24 ay sonrasının enflasyon beklentileri gösteriliyor. En iyi seviye anketin (24-aylık beklenti sorusunun sorulmaya) başladığı dönem; bir daha burası görülememiş... Hatırlatalım, bu zıplama dönemi yüzde 4 hedefinin yüzde 5’e yukarı doğru revize edildiği global kriz dönemi... Yani macun tüpten çıktı mı, geri sokmak zor oluyor...
Enflasyonun yarattığı rekabet sorunu...
Enflasyonla ilgili ikinci önemli sorun veya hasar uluslararası rekabetimiz ile ilgili; enflasyonun yüksek olması nominal kur sabit olsa bile reel kurda değerlenmeye sebep oluyor. Bizde rekabet tartışmaları bazen sadece nominal kur üzerinden yapılıyor. Özellikle volatilitenin arttığı dönemlerde fikir önderleri, siyasetçiler ve iş dünyası doğru olduğunu düşündükleri nominal seviyelerden bahsetmeye başlıyorlar. Bu tabi doğru değil; telaffuz edilen seviyeler o an için doğru olsa bile, 3-5 ayda geçerliliğini yitiriyor çünkü her önemli iktisadi parametrede olduğu gibi burada da reel– yani enflasyon etkisinden arındırılmış – değerlere bakmak gerekiyor...
Neden? Çünkü son tahlilde sizin getirinizi etkileyen reel parametrelerdir de ondan... %10 ücret artışı veya tasarrufunuza %10 getiri aldığınız bir durumda sizin reel alım gücünüz veya getiriniz açısından ülkede enflasyonun %1 olması başka, %10 olması başka...
Kur tarafında da bu böyle... Bugün kurun %10-%20 değer kaybetmesi ihracatçı (veya sanayiinin geneli için) olumlu olabilir; ama bu 6-12 aylık vadede enflasyon olarak büyük ölçüde size geri dönüyorsa, kalıcı bir avantaj elde edememiş, sadece nominal bir “enflasyon-kurda değer kaybı” sarmalına girmiş oluyorsunuz.
Türkiye’de buna benzer bir dinamik olduğunu söylemek mümkün. Aşağıdaki grafikte -- bir baz oluşturması açısından hepsi 2007 yılı için 100’e eşitlenerek -- nominal sepet, TÜFE ve bunların birbirine oranı (Sepet/TÜFE) yani bir nevi reel kur gösteriliyor. (Bu egzersizi 2003’den başlayarak ve/veya daha kapsamlı nominal ve reel efektif endekslerle yapmak mümkün; ancak sonuç değişmediği gibi olayı sepet/TÜFE bazında aktarmak ve son döneme odaklanmak; egzersizi daha sadeleştiriyor.)
Grafikte ne görüyoruz? Enflasyon almış başını gidiyor, kur ara ara zıplayarak kaybolan rekabet gücünü geri kazanmamızı sağlıyor (2008, 2011, 2013-14 dönemlerinde olduğu gibi)... Yani rekabet nominal kurdaki değerlenmeden değil, enflasyondan dolayı eriyor; kur adeta enflasyonu takip ediyor... Neden-sonuç ilişkisi bundan daha çetrefilli elbette ama, 2007’den beri kümülatif enflasyonumuz neredeyse %80 olmuş; sizin ortalama fiyatlarınız bu kadar yükselmiş yani. Dünya ortalama enflasyonu ise bu dönemde bunun yarısı bile değil...
Demek ki rekabet kaybımız enflasyonu çözememekten kaynaklanıyor; rekabet kazanmak için kuru sürekli zayıflatmak yerine baştan enflasyonu düşürmeyi ciddi ciddi düşünmemiz gerekiyor...
Enflasyonun yarattığı oynaklık sorunu...
Son olarak çok kısa, “fırsatçı paraya davetiye çıkarmak”tan ne kastettiğimizi açalım. Yüksek enflasyon ortamında, nominal faiz de yüksek seyretmek zorunda. Neden? Çünkü olaya yine reel taraftan bakmak gerekiyor; nitekim enflasyona: 1) ekonomi için “doğal veya nötr” tabir ettiğimiz makul bir reel faiz oranını (ki bu oranı Türkiye gibi ekonomilerde en azından %2-%3 gibi düşünmek lazım – bunu başka bir yazıda açarız), ve 2) enflasyon primini eklediğinizde, oldukça yüksek bir nominal faizle karşı karşıya kalıyorsunuz. Uzun lafın kısası, enflasyon %7-8’lerde katılaşınca sizin “rayiciniz” aslında çift haneli nominal faiz olmuş oluyor. Bu da kurun istikrarlı seyredeceğine inanılan dönemlerde – bu dönemler geçici de olsa – kısa vadeli fırsatçı paraya ekstra davetiye çıkarıyor. Ama rüzgar tersine döndüğünde ve bu para girişleri durduğunda (hatta çıkışlar yaşandığında), kurda malum sıçramalar oluyor; yani yine bir nevi kısır döngüye giriliyor, oynaklık da artıyor...
Özetle...
Özetle, istikrarlı ve son tahlilde daha hızlı büyüyen bir ekonomi için enflasyonun düşmesi gerekiyor. Bu açılardan baktığınızda, %5 bile yüksek bir oran aslında... Çünkü bu şekilde hem yatırımcı algısının değişmesi, hem rekabet gücümüzün korunması, hem de sermaye akımlarının oynaklığının azalması mümkün oluyor...
O halde sormamız gereken soru şu: bir defaya mahsus bir maliyete katlanarak, ekonomiyi daha istikrarlı bir yapıya kavuşturmak mı istiyoruz, yoksa büyümeyi bir nebze hızlandıracağımız ‘umuduyla’ yüksek enflasyonda takılıp kalmak mı istiyoruz? ‘Umuduyla’ diyoruz çünkü açık konuşmak gerekirse bizce “büyüme için yavaş yavaş dezenflasyon” bir nevi kandırmaca; öyle olsa enflasyon 10 yıldır zaten yüzde 8’lerde takılmazdı, veya son yıllarda olduğu gibi enflasyon yüzde 7-8’lerde takılmışken, büyüme yavaşlamazdı...
O yüzden de ülke olarak üzerinde “uzlaşacağımız” ‘motto’, “büyüme için yavaş yavaş dezenflasyon” değil, “sürdürülebilir ve orta vadede daha tatmin edici bir büyüme için hemen dezenflasyon” olmalı... Şüphesiz Merkez Bankamız buna benzer düşünüyor, buna benzer görüşleri her fırsatta seslendiriyor... Ama bunun gerçekten ne anlama geldiğine ülke olarak tam vakıf mıyız ve değişime hazır mıyız, çok emin değilim...