"Dünya sürdürülmesi olanaksız bir finansal balon sarmalı içinde"
South Center Başekonomisti Yılmaz Akyüz, BusinessHT'ye konuştu: Önümüzdeki altı ayda, bir yılda büyüme ne olursa olsun dünya ekonomisi sürdürülmesi olanaksız bir finansal balon ve borç sarmalı içinde.
BusinessHT, dünyanın ve Türkiye'nin kıyısında olduğu dönüşümü analiz etmek için ekonomi, politika, uluslararası ilişkiler, sosyoloji ve tarih disiplinlerinde alanında uzman akademisyen ve yazarlarla söyleşiler yapmaya başlıyor. BusinessHT Akademi Söyleşileri başlığı altındaki bu söyleşilerin ilk konuğu South Center Başekonomisti Yılmaz Akyüz oldu.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı eski direktörü ve başekonomisti olan Akyüz, Oxford University Press yayınları arasında yayınlanan "Playing with Fire" (Ateşle Oynamak) kitabında dünyanın acıyla deneyimlediği son finansal krizin koşullarını analiz ederken, bu finansal krize verilen politika yanıtının olası sorunlarına da dikkat çekiyor.
Akyüz, bu analizleri çerçevesinde "Önümüzdeki altı ayda, bir yılda büyüme ne olursa olsun dünya ekonomisi sürdürülmesi olanaksız bir finansal balon ve borç sarmalı içinde. Bunun nasıl, ne zaman patlayacağı kolaylıkla kestirilemez." uyarısında bulunuyor.
Playing With Fire kitabınızın giriş bölümünde, 2009’daki kriz öncesi koşullarla içinde bulunduğumuz dönemin koşulları arasında benzerlikler kuruyorsunuz. Bu koşullar arasında küresel gelir büyümesinin 2009 seviyesinin altında kalması ve istisnai para politikalarının olduğunu söylüyorsunuz. Günümüzde bu koşullar 2008-2009 finansal krizi dikkate alındığında ne kadar olgunlaştı? Küresel bir finansal krizin ayak seslerinin geldiğini söylemek mümkün mü?
2008 krizinden önce dünya ekonomisi hızlı bir finansal balon ve borç birikim süreci içine girmişti. Bunu temel nedeni para ve finansman politikalarıdır. ABD 1980’lerden itibaren finansal serbestleşmeye ve gevşek para politikasına yönelmiş, faizleri hem nominal, hem de reel olarak aşağıya doğru çekmeye başlamış, ekonomik daralma dönemlerinde faizleri hızla düşürürken genişleme dönemlerinde yükseltmekte isteksiz olmuştur. Bunun nedeni büyüme arayışı. Gelir ve servet dağılımındaki bozulma ve ücretlerin sürekli olarak verimliliğin gerisinde kalması yapısal talep yetersizliği yaratmış, bu da yatırımları ve büyümeyi aşağıya çekmiştir. Bir yandan bölüşümdeki bozulma borçla beslenen bir büyüme arayışına yol açarken, öte yandan ücretlerdeki gerileme enflasyon korkusu olmadan parasal genişleme olanağı yaratmıştır.
Kısaca, ücretler üzerindeki baskı, hem büyüme için ucuz para politikasını gerekli kılmış, hem de bu politikaya olanak sağlamıştır. Ücretleri artırmak yerine faizleri düşürerek büyüme sağlama çabası hayli yaygın. Buna Türkiye de dahil. Hükümetler asgari ücretleri artıracağına örneğin kredi kartı ile ya da ipotek yoluyla borçlanmayı kolaylaştırarak ekonomiye ivme kazandırmaya çalışıyorlar.
ABD’de 1990’larda yaratılan teknoloji (dot-com) balonu 2000’lerin başında patlayıp ekonomi daralmaya başlayınca Federal Rezerv faizleri hızla sıfıra doğru indirdi. Deflasyondan çıkmaya çabalayan Japonya’da faizler zaten çok düşüktü. Bunlara Avrupa Merkez Bankası da katılınca uluslararası faizler hızla düştü ve likidite genişlemesi başladı. Bu, finansal serbestleştirmeyle birlikte ABD’de gayrimenkul balonununa yol açtı.
Avrupa’da ise para birliğinin getirdiği güven ile çevre ülkelerine hızlı bir sermaye akışı başladı. Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkelerin dış açık ve borçları önemli ölçüde arttı. ABD ve AB’deki balonlar sonunda patladı ve savaş sonrasının en ciddi küresel ekonomik krizi ortaya çıktı.
Aynı dönemde, 2002’den sonra, gelişmekte olan ülkelere de hızlı bir sermaye girişi başladı. Nedeni yüksek getiri arayışı. Bu, Çin’in sağladığı ivmeyle birlikte bu ülkelerde uzun zamandır görülmeyen ama sürdürülmesi olanaksız bir büyümeye yol açtı. 2008 krizi sırasında sermaye kaçmaya başlayınca bu ülkelerde büyüme de hızla düştü. Ancak bu kısa sürdü. ABD ve diğerleri (Avrupa, Japonya, İsviçre vs.) sıfır ve hatta negatif faiz politikalarına dönüp likidite pompalamaya başlayınca, gelişmekte olan ülkelere sermaye girişi tekrar başladı. Ancak bu politika küresel düzeyde büyümeden çok finansal balon ve borç yarattı. Sınai yatırımlar hemen her yerde durakladı. Servet dağılımındaki bozulma hızlandı.
Bizim gibi birçok ülkede sermaye akımları ile beslenen gayrimenkul ve tüketim balonları oluştu, borsaların ayağı yerden kesildi. Kısaca, 2008 krizine karşı gelişmiş ekonomilerin uyguladığı para politikası, 2008 krizine yol açan politikaların devamı niteliğindedir ve küresel olarak daha derin finansal kırılganlıklar yaratmıştır.
Cin lambadan çıktı ve tekrar lambaya sokamıyorlar. Bu kadar kırılganlıktan, risk ve borç birikiminden sonra, bu politikalardan sert bir dönüş 2008 krizinden bile daha büyük bir patlama yaratabilir. O nedenle Federal Rezerv para politikasından dönüşü zamana yaymaya çalışıyor. Ancak bu politika ne kadar uzun sürerse, kırılganlıkların o kadar artacağını ve nihai patlamanın boyutunun o kadar büyük olacağını da biliyor.
Gelişmiş ülkeler içinde özellikle ABD krizden sonra hızla toparlanıp bir politika yanıtı verrmeye gayret etti. Bu politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu politikalar krizden çıkış koşulları açısından gelişmekte olan ülkelere ne gibi dersler, ilhamlar veriyor?
Kitap şunu söylüyor. ABD, finansal krizin derinleşmesini, kurtarma operasyonları ve para politikası ile çabuk önledi. Ama bunu yaparken önemli finansal kırılganlıklar yarattı, bölüşümü daha da bozarak yapısal talep sorununu azdırdı. ABD’nin ekonomik olarak, gelir ve istihdam açısından toparlanması ise geçmiş resesyonlara kıyasla çok yavaş. Avrupa ise bırakın ekonomik olarak toparlanmayı, finansal istikrarı bile kolay kolay sağlayamadı. Doların rezerv para olarak güçlenmesinin nedeni ABD’nin ekonomik başarısı değil Avrupa’nın başarısızlığı, krizi ABD’den cok daha kötü yönetmesi.
Gelişmekte olan ülkelerde bu tür krizlerin dış boyutu var; ödemeler dengesi, kur ve dış borç sorunları. Finansal kurtarma operasyonları bu ülkelerde daha da yaygın. Krizlerde özel kesim borçları sosyalleştiriliyor. Bizde de oldu. Ancak rezerv para basamadığınız için para politikası ile finansal krizin derinleşmesini engelleyemezsiniz.
Hatta ABD’den ilham almaya kalkmak başınıza daha büyük dertler açar. İç piyasayı, gelir ve istihdamı kollayarak faizleri düşürür, likidite genişlemesine giderseniz sermaye kaçışı hızlanır. Aksine faizleri yükseltmek çok defa sermayeyi tutmaya yetmediği gibi içerde kredi sıkışıklığı (credit crunch) yaratır, ekonomik daralmayı derinleştirir. Bizim gibi ülkelerde finansal krizleri para politikası ile çözmek olanağı çok sınırlı.
Gelişmekte olan ülke ekonomilerinin dünya ekonomisinin büyüme motoru olduğu değerlendirmesinin bir mit olduğu, bu mitin de emtia fiyatlarının gerilemesi ile çöktüğünü ifade ettiniz. Petrol fiyatlarında yukarı yönlü bir ivme görülür, Brezilya ve Rusya’nın da enflasyonu ve dolayısıyla faizleri aşağıya çektiğine şahit olurken, gelişmekte olan ekonomilerin küresel büyümeye yeniden katkı sağlamasını bekleyebilir miyiz?
Ben bunun mit olduğunu, sürdürülemeyeceğini daha büyüme yavaşlamadan önce yazmıştım. Zira bu ülkelerde, büyümenin temel ve yapısal belirleyicilerinde önemli bir iyileşme, ilerleme göremedim. Hemen hemen hiç birinde sınai yatırımlarda ve verimlilikte önemli bir artış yoktu; tersine yavaşlama yaygındı. Hızlı büyüme sermaye girişleriyle emtia fiyatlarındaki artışlardan, bunlar da ABD ve AB’nin para politikalarıyla Çin’deki yatırımlardan ve büyümeden kaynaklanıyordu. 2008 krizi olmasa bile Çin’deki yüzde 10’u aşan büyümenin südürdürülemeyeceğini biliyorduk.
Emtia fıyatları 2011’den sonra yavaşlayıp daha sonra hızla düşünce ve net sermaye girişleri tersine dönmese de önemli ölçüde (gelire ve dış açıklara oranla) yavaşlayınca bu mit yıkıldı. Bu miti yayanların başlında IMF geliyordu. Büyüme düşmeye başlayınca döndüler ve bu ülkelerin çok ciddi yapısal sorunları olduğunu, potansiyel büyümelerinin, gelişmiş ülkelerdekinden bile daha fazla düştüğünü kabul ettiler.
Brezilya ve Rus ekonomileri son iki yıl daralma yaşadı. Faizlerdeki bir indirimin konjonktürel olarak geliri artırmasına şaşmamak gerekir. Elbette petrol ve diğer emtia fiyatları sürekli artmaya başlarsa, bu gibi ülkelerde büyüme de hızlanabilir. Ancak emtia fiyatlarında sürekli bir artış beklenmiyor.
Sermaye girişlerinin kriz öncesine dönmesi de mucize olur. Kaldı ki lokomotif olmak için yüksek bir büyüme potansiyeli, yatırım, verimlilik artışı, sanayileşme gerek. Borç parayla, emtia üretip satarak lokomotif olunmaz. Bu piyasalardaki balonlar söndüğü zaman siz de sönersiniz. Ben bu konuya finansal piyasaların, hükümetlerin, medyanın ve medyatik iktisatçıların baktığı gibi kısa soluklu, günlük bakmıyorum. Çin dışında, küresel koşullardan bir ölçüde bağımsız olarak lokomotif işlevi görebilecek bir üçüncü dünya ülkesi yok. Çin’in de bunu ne ölçüde yapabileceği konusunda ciddi soru işaretleri var.
Çokuluslu örgütlerin küresel büyüme beklentilerini artırdıkları görülüyor. Son olarak IMF küresel büyüme beklentilerini artırdı. Fon, dünya ekonomisinde kısa vadeli risklerin azalmasına karşın, orta vadede birçok ülkenin aşağı yönlü risklere maruz kalabileceğini belirtti. Bunun yanında gelişmiş ülkelerdeki düşük enflasyon, yükselen piyasa ekonomilerindeki finansal çalkantılar, küresel finansal şartların beklenenden hızlı sıkılaşması ve korumacı politikaların söz konusu riskler arasında yer aldığı bildirildi. Siz son dönemde iyimserleşen büyüme beklentilerine dayanak olan argümanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ne demek kısa vadeli, uzun vadeli risk? Yani ben önümüzdeki çeyrekte ya da altı ayda büyümenin artacağını, kriz olmayacağını tahmin ediyorum ama ondan sonrasını Allah bilir mi? IMF’nin işi dünya ekonomisini izlemek, mevcut kırılganlıkları saptamak, uyarılar yaparak gerekli politikal değişikliklerini sağlamaya çalışmak. Bugüne kadar IMF hiçbir önemli krizi önceden, hatta bir kaç ay öncesinden göremedi. Ne Asya krizini, ne de 2008 krizini.Hatta öylesine ki “eğer IMF işler iyiye doğru gidiyor derse aman dikkat” denmeye başlandı. 2008 krizi öncesinde IMF, dördüncü madde konsültasyon raporlarında ABD’nin banka sisteminin ne kadar sağlam olduğu üzerine methiyeler düzüyordu. Hatta krizin başlamasından bir ay kadar önce, ABD ekonomisinin yumuşak geçiş yapacağını yazıyordu. O zamanlar bu raporların yayınlanmasına onaylayan IMF baş iktisatçıları, kurumdan ayrıldıktan sonra “biz bu krizi önceden gördük” diye kitap yazmaya başladılar.
Yine geçen hafta IMF’nin yıllık toplantısında ve Jacques Polak konferansında (2 Kasım 2017), gelişmekte olan ekonomilerin dış finansal şoklara karşı ne kadar dirençli hale geldikleri üzerine bir sürü ahkam kesildi. Ancak şuna eminim ki, eğer ABD faizleri hızla artırır ve/veya uluslarası yatırımcılar risk alma iştahlarını kaybeder, sermaye hareketleri tersine döner ve bu ülkeler ciddi krizlerle karşılaşırlarsa, IMF ben bunların olabileceğini söylemiştim diyecektir.
South Centre, UNCTAD gibi kuruluşların önemli bir işlevi kırılganlıkları saptamak, yapılan yanlışları tartışmak ve gelişmekte olan ülkeleri uyarmak, yoksa onları pohpohlamak değil. Kitap da bunu yapmaya çalışıyor. Önümüzdeki altı ayda, bir yılda büyüme ne olursa olsun dünya ekonomisi sürdürülmesi olanaksız bir finansal balon ve borç sarmalı içinde. Bunun nasıl, ne zaman patlayacağı kolaylıkla kestirilemez. Ama “inşallah olmaz” diye niyet tutmak yerine buna göre tedbir almakta yarar var.
Kitabınızda gelişmekte olan ekonomilerin küresel finansal sistemine daha fazla entegre olmasının bir risk olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Gelişmekte olan ülke ekonomileri arasında yer alan Türkiye için bu durum nasıl bir kırılganlık yaratıyor? Türkiye ekonomisinde kısa vadeli borçların milli gelire oranının makul seviyelerde olduğu düşünülürse, ekonomik dinamizmin bu kırılganlıkları aşabileceğine inanıyor musunuz? Yoksa bu durum Türkiye için ciddi bir risk yaratıyor mu?
Kısa vadeli borçlar 1990’ların hikayesiydi. Artık yabancılara olan yükümlülüklerin büyük bir kısmı kısa vadeli – hisse senetleri, tahviller, mevduatlar ve hatta dolaysız yatırımlar. İşte kitap bunu anlatıyor. Bu piyasalara yabancılar görülmemiş ölçüde girmiş ve bu yükümlülüklerin boyutu kısa vadeli dış borçların kat kat üzerinde. Bir de yerleşiklerin sermaye kaçırma potansiyelindeki artış var.
Bunları üst üste koyduğunuzda Türkiye de dahil birçok ülkenin rezervleri çerez parası kalır. Bu rezervler size ait değil, borçla edinilmiş. Onları Çin’de olduğu gibi dış fazlalardan birikirmediniz, sermaye girişlerinden biriktirdiniz. Yani karşılığında dış yükümlülükleriniz birikti. Hatta biriken yükümlülükleriniz giren paradan çok daha fazla. Zira giren paranın bir kısmını dış açıklar için kullandınız, bir kısmını ise özel kesim dışarıya aktardı, orada tutuyor. Para girişi bol diye bunlara birçok ülke izin verdi, hatta teşvik etti. Ama yarın ciddi ve sürekli bir sermaye çıkışı olursa bunlar geri gelmez. Hatta fazlası gider. Bunu defalarca gördük.
Sanayileşme ve büyüme arasındaki ilişkide bir dönüşüm gözlemliyor musunuz? İktisatçı Dani Rodrik, Afrika ülkeleri üzerine meslektaşlarıyla yaptığı araştırmada sanayileşme olmadan büyümenin sürdürülebilir olamayacağına dikkat çekti. Türkiye’de son büyüme verileri dikkate alındığında da makine ve teçhizat yatırımlarının son yılların en uzun daralmasını yaşadığı görülüyor. Türkiye sanayiye yatırım yapmadan farklı bir büyüme hikayesi yazabilir mi? Yoksa sanayi olmadan ekonomiyi ciddi bir sıkıntı mı bekliyor?
Bu, kalkınma konusu gündeme girdiğinden beri bilinen bir şey. Sanayileşme olmadan zenginler kulübüne katılmak, hizmetler, tarım ve madencilik ile kişi başına geliri 50-60 bin dolara çıkarmak birçok ülke için olanaksız. Doğru; ciddi bir sanayileşme geçirmeden bu düzeylere ulaşmış ülkeler var. Ama bunlar küçük boyutlu, ya kara para cenneti ya da petrol rezervleri zengin olan ülkeler. Singapur, İsviçre gibi 3-5 milyonluk ülkelerin bile ciddi sanayileri var. İsveç, Kanada, Avustralya gibi doğal kaynakları zengin ükeler, yüksek gelir düzeyine ancak sanayileşme ile ulaştılar. Bir ara Hindistan sanayileşmeyi atlayıp hizmet sektörüne dayanarak zenginleşme fikriyle flört etti ama bunun bir safsata olduğu hemen farkedildi.
Sanayi yatırımları sadece Türkiye’de değil hemen hemen tüm dünyada düşük. Son bir iki yıla kadar emtia kesiminde, özellilkle enerjide önemli yatırımlar yapıldı. Nedeni de fiyat balonu. Onun dışında en büyük yatırımlar inşaat kesiminde. Bu kesim spekülatif balonla şişti. Bu dönemde bizim gibi yarı sanayileşmiş ülkelerin önemli bir kısmında sanayileşmede gerileme var – deindustrialization denen şey.
Özellikle doğal kaynakları zengin Brezilya’da ve Güney Doğu Asya ülkelerinde. Bu süreç 1990’larda neoliberal ideolojinin üçüncü dünyaya bulaşmasıyla başlamıştı. Orta gelir tuzağı da bu zaten. Yani ucuz işçiye dayalı emek yoğun kesimlerin ötesine geçememek ve arkadan gelen (örneğin Çin’den, Vietnam’dan gelen) küresel rekabetle bu kesimleri de kaybetmeye başlamak. Bu kavramı ilk defa UNCTAD’ın 2003 Trade and Development raporunda, ben emekli olmadan önceki son raporumda kullandık. Şimdilerde bu kavramı hayli moda oldu.
Dünya ekonomisi için krizin yaklaştığına ilişkin tezlerin, siyasi ve ekonomik açıdan toplumları atalete sürüklediği, ekonominin dönüşümü için bireyin katkısını geri plana atan bir atmosfer yarattığı saptaması da yapılıyor. Sizce küresel kapitalizm kriz döngülerini sürekli atlatabilecek güce sahip mi? Kriz döngülerinde siyaset tarafı nasıl reaksiyon vermelidir?
Doğru ama bu tezler durduk yerden çıkmıyor, gaipten gelmiyor. Bu ortamı doğuran şey finans-bağımlı, saldırgan küreselleşme. Ekonomik istikrarsızlığı artırdı, servet ve gelir dağılımında büyük adaletsizliklere neden oldu ve daha da önemlisi güvensizlik (insecurity) yarattı. İnsanlar önlerini göremiyor, çocuk yapmakta tereddüt ediyorlar. Uzun vadeli, üretken yatırımların azalmasında artan belirsizliğin, güvensizliğin önemli bir katkısı var. Bunun siyasetteki yansımaları hemen her yerde aynı. Toplumsal tepki tutuculuk, gericilik ve ırkçılık şeklinde.
Çokuluslu şirketler ve finans kapital siyaseti, hükümetleri teslim almış durumda. Bu nedenle hükümetlerin bunları ehlileştirme yönünde, küresel entegrasyona çeki düzen verecek şekilde, daha istikrarlı, daha adil bir ortam sağlamak için akıl ve basiretle hareket etmesini beklemek pek olanaklı görünmüyor. Krizlere müdahale büyük sermayeyi ve finans kapitali gözetiyor ve yeni bir kriz ortamına katkı sağlıyor, yapısal sorunları daha da azdırıyor. Bunları kitap uzun uzun tartışıyor. Topyekün bir dönüşüm olmadan bu sorunların ortadan kalkması olanaksız. Bu dönüşümün de mevcut düzene yapılacak makyajlarla sağlanamayacağı açık. Bu nedenle sistem kendi kendini bitiriyor.