PİYASALAR

Büyüme için iktisadi özerklik

Türkiye ekonomisi neden yavaşladı? Bu sorunun cevabını arayacağımız yazı dizisinde ilk konuğumuz Öner Günçavdı

Türkiye ekonomisinde hemen hemen her başlık son yıllardaki kutuplaşmanın da etkisiyle hararetle tartışılıyor. Yine de herkesin üzerinde anlaştığı bir nokta var: Türkiye yavaşladı!

Ekonomi son 3 yıldır ortalama yüzde 3 büyürken, bu yıl bu oranın da altında kalma riski var. Peki Türkiye neden yavaşladı? Makro dengesizlikler yaratmadan yeniden hızlı büyüme (yüzde 5 ve belki de fazlası) mümkün mü?

BusinessHT’de konuya farklı pencerelerden bakan isimlerle başlattığımız yazı dizisinde bu sorunun cevabını arayacağız.

İlk konuğumuz İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Öner Günçavdı.

Öner Günçavdı yeni kitabında başlıkta özetlediği gibi Türkiye'de ekonomide "Yolun Sonu"na gelindiğine dikkat çekiyor. Günçavdı, kurumların geliştirilmesinden, uluslararası dağıtım kanallarının çeşitlendirilmesine kadar birçok konuya dikkat çekti. Ama gazetecilik diliyle söylersek manşeti “iktisadi özerklik" analizi ile verdi.

Türkiye'nin yeni dönemdeki büyüme modeli nasıl olmalı, onu değerlendirmek istiyoruz. Ama öncelikle Türkiye bu zamana kadar nasıl bir model ile geldi ve bu büyüme modelinin dezavantajları nelerdi onu konuşmak gerekiyor. Siz geçmiş büyüme modelini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ekonomide iki tip iktisadi faaliyet var, ticarete konu olan (tradeable) faaliyetler ve genellikle hizmetler sektörü, bankacılık, ulaştırma ve inşaat gibi ticarete konu olmayan faaliyetler.

Ticarete konu olmayan faaliyetlerin özelliği ağırlıklı olarak yerel ihtiyaçları gidermeye yöneliktir. Döviz cinsinden gelir getirmezler, daha çok yerel ihtiyaçları karşıladıkları için ağırlıklı olarak TL cinsinden gelir yaratırlar.

Bir de ticarete konu olan faaliyetler var, onlar döviz cinsinden gelirler yaratabilir. Ticarete konu olan mallar uygun şartlar yaratılırsa yurt dışındaki talep ile Türkiye'ye kaynak sağlayabilir. Bu malların ihracatını yaparken finansmanı ile uğraşmazsınız, yabancı bunu finanse eder, bu da size gelir olur. Ticarete konu olmayan faaliyetler ise öyle değildir, içerideki talebi desteklemek için kaynağı sizin koymanız gerekir. Finansman açısından iki iktisadi faaliyet tipi farklıdır. Türkiye geçmişte daha çok ticarete konu olmayan faaliyetlerle büyüdü.

Türkiye'de tasarruf oranları oldukça düşük durumda. Peki Türkiye ticarete konu olmayan faaliyetlerin finansmanını nasıl sağladı?

Enflasyon ile... 2001 yılına kadar iç talebin finansmanı enflasyon ile oluyordu. Büyümenin finansal kaynağı ağırlıklı olarak enflasyon ile sağlanıyordu. 2001'den sonra enflasyon bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de düştü. Enflasyon düştüğü için Türkiye'nin uluslararası rekabetçilik gücü arttı ama çok fazla değil. Dolayısıyla finansman ağırlıklı olarak borçlanarak ve cari açık vererek gerçekleşti. Aslında Türkiye ekonomisi 2001 öncesi ve sonrası nitelik olarak çok farklı değil. Finansman şekli itibariyle çok farklı.

Türkiye'de ağırlıklı faaliyetler inşaat sektörü de dahil olmak üzere hizmetler sektörüdür. Ama hesaplandığı zaman inşaatın büyümeye katkısı imalat ya da ticaret sektörü kadar büyük değildir. İnşaatın çok sınırlı bir katkısı var.

2008-2009 krizi dolayısıyla bu finansman modelinde zorlanma olmadı mı?

Çok oldu. 2008'e kadar dengeli giden bir büyüme patikası vardı. Yine ticarete konu olmayan faaliyetler ağırlıktaydı ama ticarete konu olan faaliyetlerle arasında bir denge vardı. 2008'den sonra büyüme çok zorlanmaya başladı. Ondan sonra büyüme yaratabilmek için ticarete konu olmayan faaliyetlere aşırı kaynak kanalize edildi ve ağırlık oraya verildi. Burada siyasi beklentiler de var tabii ki. Büyüme yaratmanın yegane kaynağı o sektör oldu. İki sektör arasındaki fark giderek açıldı. 

TÜRKİYE GERÇEKTEN ORTA GELİR TUZAĞINA YAKALANDI MI?

Tam da bu esnada gelişen ülkelerde büyümede nasıl bir tablo vardı?

Brezilya'da da aynı etki söz konusu. Ama onlar çok farklı tepki verdi. İmalat sektörünü daha çok geliştirebildi. 

Türkiye de öyle yapabilir miydi?

Tabii ki yapabilirdi.

Neden yapamadı?

İç talebe yönelik büyüme yani ticarete konu olmayan faaliyetlerle büyüme daha kolay. Çünkü oraya yönelik özel kesim ya da kamu kesimi ile bir talep yaratabilirseniz finansmanı da kendiniz enflasyon ya da borçlanarak finanse ettiğiniz için bunun yabancı mallara sızması çok az. Ama ticareti yapılan faaliyetlere kaynakları yöneltirseniz, yerli ürünün yanında yabancı ürüne de yönelebiliyor tüketici, yani sızıntı olabiliyor. Rekabetçilik yoksa o sızıntı fazla oluyor.

Siyasi iktidar rekabetçilikte geri kalındığını ölçtüğü için mi bu modeli tercih etti?

Siyasetçi onu düşünmez. Siyasetçi her zaman büyüme ister. Siyasi destekleri maksimuma çıkarmanın yolu büyümeyi sağlamaktır. 

TÜRKİYE'DE HİZMETLER SEKTÖRÜ SANAYİ İLE MAKASI AÇIYOR

Neden böyle, gelir dağılımı adil olmadıktan sonra toplum neden büyümeyi getiren siyasi iradeyi tercih eder?

Geniş kesimler büyümeyi destekliyor. Türkiye'de kanımca hala gelir eşitsizliği problem edilmiyor. Geçen sene arkadaşlarımızla beraber TÜSİAD raporu hazırladık. Çok ilgi gösterilmiyor gerçekten. Ama büyüme negatife döndüğünde bütün kesimler hükümeti eleştirmeye başlar. 2009'daki yerel seçimlerde büyüme negatife dönünce hükümete olan destek yüzde 40'ların altına düştü. Bütün demokratik ülkelerde büyüme yarattığınız sürece toplumsal desteği alırsınız. Yeterli değil ama gerekli koşul. Seçimler 4-5 yılda bir yapıldığı için de büyüme yaratacaksanız bunu kısa dönemde yapmanız gerekir, uzun dönemde bekleyemezsiniz. O yüzden ben şahsen cumhurbaşkanının seçim ile gelmesini istemeyenlerdenim.

Gerekçeniz nedir?

Benim gerekçem kamuoyundaki gerekçelerden farklı. Bu durum ekonomiyi seçim atmosferine sokuyor ve icraatçı bir konum olmayınca başka problemler çıkıyor. Çünkü seçimi kazanabilmesi için bir şeyler yapması gerekiyor. Türkiye örneğinde olduğu gibi bu sefer de ekonomiye müdahale edilmeye çalışılıyor.

Peki global likiditenin bol olduğu 2001-2008 döneminde Türkiye orta ve uzun vadede sürdürülebilir büyüme için ne yapmalıydı?

Potansiyel büyüme diye ekonometrik bir ölçü ile Türkiye'nin sahip olduğu ekonomik kaynaklar ve üretim faktörleriyle elde ettiği büyümenin seyrini bulduk. Bir de konjoktürel olarak, gündelik politikalarla iç talep eksenli büyüme var. Burada esas önemli olan potansiyel büyümedir. 2001'den sonra, Derviş reformlarından sonra potansiyel büyümenin seyri bir bombe yapıyor. Ben burada toplam büyümeyi dekompoze ediyorum tabii. Sonra özellikle küresel likiditenin bol olduğu dönemde tekrar eski seviyesine yüzde 2'lere geri geliyor. 

Brezilya'nın potansiyel büyüme seyrine baktığımızda likiditenin bol olduğu dönemde varlıklarını artırarak, üretim gücünü zenginleştirdiği görülüyor. Son zamanlarda potansiyel büyüme seyrinde aşağı yönlü bir ivme söz konusu olsa da bu döneme gelene kadar gelir yaratma potansiyelini artırmış.

Brezilya bunu nasıl başardı peki? Emtianın da desteği var mı?

Emtianın da desteği vardır tabii. Ama daha önemlisi arzı destekleleyerek oluştu bu tablo. Üretimi uzun vadede büyüme yaratıcı etkisini artırmak için örneğin eğitim geliştirildi. Yoksullukla mücadele bunun bir parçası. Türkiye'de bu da problem. Güney Kore'de de istikrarlı bir potansiyel büyüme eğrisi var. İspanya'ya bakıldığında ise borç krizi ardından ciddi bir düşüş görülüyor. #pagebreak#

Dolayısıyla bu ölçü açısından Türkiye İspanya'dan daha iyi bir konumda mı?

Tabii, kendi potansiyelimizi çok fazla artıramadık. Esasında benim demek istediğim şey şu. Bizim bütün sermayemiz Derviş reformları sonrasındaki 1. AKP dönemidir. Ondan sonra Türkiye'de bir şey yok. 2008 krizi teğet geçti demişlerdi. Ama bu dönemden sonra Türkiye'de büyümenin yapısı değişti. Derviş reformları ekonominin arz tarafını destekleyen reformlardı. Ama 2007'den sonra ekonominin arz tarafını destekleyici reformlar hız kesti. O yüzden büyüme taleple yaratılmaya başlandı. Küresel bollukta kolay büyümenin yolunu seçti Türkiye.

Peki ne yapmalıydı Türkiye?

Herkes Türkiye'de yüksek katma değerli ürün ihracatına dikkat çekiyor. Doğru bu yapılsın. Ama ihracat yapabilmenin tek yolu yüksek katma değerli ihracat yapmak değildir. Örneğin Türkiye dağıtım kanalına yatırım yapabilir.

Bundan neyi kast ediyorsunuz?

Türkiye kendi ürünlerini fuarlar vasıtasıyla ihraç ediyor. Bu dağıtım kanalının sürekliliği sağlanamıyor, bu dağıtım kanalının kurumsallaşması gerçekleşmiyor.

Neden?  

Dağıtım kanalı yatırım ister. Örneğin bunun yerine şöyle bir şey olabilir. İhracat hedef pazarınızda gidip bir dağıtım şirketi ya da montaj şirketi kurarsınız. O ülke Türkiye'den ürün talep ettiğinde orada montajını yapıp pazara sunabilirsiniz. Böylelikle hem o ülkede ekonomik faaliyet yapılmış olur, hem de Türkiye'den mal talep edilmiş olur. Uluslararası düzeyde hiçbir ülke kendi menfaatine olmayan bir şeyi talep etmez. Karşılığında kendisinin de kazanımlarının olması gerekiyor. Böyle bir dağıtım kanalı kurulduğu zaman ihracatınızı da artırabilirsiniz. Dağıtım kanallarını Türkiye ihmal ediyor. Aslında CHP'nin 'Merkez Türkiye' projesi bu kapsamda değerlendirilebilir.

Türkiye'de herkes Gümrük Birliği'nin peşinden gidiyor. Artık o dönem geride kaldı. Ülkeler karşılıklı ticaret ilişkileri içine giriyor. Transatlantik Ticaret Anlaşması var. ABD, Asya ülkeleri ve Avrupa ile anlaşmalar yapıyor. Türkiye'nin aleyhine olan bu durumda Türk şirketleri gidip ABD'den şirket satın alıyor. Burada amaç ABD'nin yaptığı ticari anlaşmalardan yararlanmak. İleride bunları çok göreceksiniz. ABD'nin bu konuda önemli teşvikleri var. Türkiye artık bu stratejik büyümeyi düşünmeli. Yoksa döviz kuru ile ihracatı artırmayı değil. Para biriminin değerlenmesini ihracat açısından sıkıntı olarak değerlendiriliyor. Eğer öyle olsaydı para birimi değerli olan İngiltere hiç ihracat yapamazdı. Bu bir koşuldur ama tek koşul değil. Eğer kendi malına güvenmiyorsan, ucuzcuysan sadece kuru düşünürsün. Bizim son zamanlarda ihracatımızın niteliği de değişti.

Nasıl bir değişim bu?

Avrupa'daki krizden dolayı Türkiye ihracatta Kuzey Afrika ve Orta Doğu'ya yöneldi. Orta Doğu'daki tüketici ile Avrupa'daki tüketici aynı tüketici değil. Avrupa'ya plastik leğen satabilir misiniz? Bir bölgeye çok yöneldiğiniz zaman sadece o tüketim kalıbına yönelik üretim yapılır.

Bu üretim niteliğini aşağıya mı çeker?

Tabii. Dünyada büyüme artık dönüşüyor. Başbakanlar, ekonomi bakanları artık önlerine gelen belgeleri imzalayan kişiler değil, CEO gibi stratejik düşünen kişiler olmalı. Bizde yöneticiler durum bazlı düşünüyor.

Oyunun kuralları çok belli. Bir kere Türkiye'de güçlü bir faktör piyasası olmalı. Organizasyon itibariyle güçlü olmalı. Vasıflar açısından güçlü olmalı. Güçlü vasıflar için eğitim şart ama tek başına yeterli değil. Kalifiye gücü ekonominin ihtiyaçlarına yönlendirecek daha organize olmuş bir emek piyasası gerekiyor. Bizde emek piyasası organize değil. Örneğin ben sendikaların güçsüz olmasını ülkenin rekabet gücünü azaltan bir faktör olarak görüyorum. Belli yönlerde güçlendirilmesi gerekiyor. Türkiye'de sendikaları güçsüz kıldığınızda sanayiyi deforme ediyorsunuz. Çünkü Türkiye'de şirketler ücret üzerinden rekabet gücü elde etmeye çalışıyor. Artık bu model kalktı. 1980'lerin modeliydi bu. Eğer o kolayıcılığa yönlendirirseniz sanayi Ar-Ge yapmaz. Eğer kolaycılığı artırırsanız sanayi gelişmez. Bu kolaycılığın birinci yolu da ücretleri baskı altına almak. Bu durumun ülke ekonomisine getiri sağlamadığını da biliyoruz. Gelir eşitsizliği büyümeyi de baskı altına alıyor.

Türkiye'de Ar-Ge yapılmamasının tek nedeni bu mu?

Türkiye'de firmalarda Ar-Ge yoktur, Ür-Ge vardır, ürün geliştirme. Türkiye'de Ar-Ge yapılmamasının nedeni yönetim modelidir. Rekabetçiliği artırmak için şirketlerin yönetim modellerini değiştirmek gerekiyor. Yönetim kurulu yapmayan yapanların da gündem belirlemekten aciz olduğu çok sayıda şirket var. Yönetim kararı alınması için düzenli toplantılar olmalı ve o toplantıya giderken gündem olması gerekiyor. Gündem yoksa yönetsel karar olmaz. Bu söylediğim eksiklikler çok büyük şirketlerde bile görülüyor. Oradan Ar-Ge ve yüksek teknoloji ile karlılık çıkmıyor.

Büyüme modelinde kurumlar ve eğitime dikkat çektiniz. Daron Acemoğlu ve James A. Robinson kurumların gelişmesi kapsamında demokratikleşmenin de önemli olduğuna vurgu yapıyor. Demokratikleşmenin geri kalmasının büyüme konusunda etkili olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben Acemoğlu ve Robinson'un tezine katılanlardan birisiyim. Acemoğlu'nun o görüşlerini değerlendiririz, kendisi Türkiye'de çok meşhur oldu. Ama Türkiye'de meşhur olmayan Nobel ödüllü bir iktisatçı var: Amartya Sen. Sen,kalkınma ve demokratikleşmenin önemine vurgu yapıyor. Ama demokratikleşme tek başına yeterli değil. Aynı zamanda demokratikleşmeyi sağlayan iktisadi altyapı da önemli. Tek başına demokratik kurum iktisadi büyümeyi sağlamaz. Çift yönlü bir ilişki var. Amartya Sen'in Türkiye özelinde önemsediğim görüşlerinden bir tanesi de pazara erişim. AKP dönemindeki 'Yeni Türkiye' modeli bu erişim üzerinedir. Anadolu sermayesi pazara yoğun olarak bu dönemde erişim sağladı. AKP'nin demokrasi söylemi de onunla ilgilidir. Partinin dindarlığı da o kesimin sosyolojisine dayanır. Ama bu konuda doygunluğa ulaşıldı. Türkiye 1970'lerde demokrattı. Fakat Anadolu'da büyük bir kesimin piyasanın kaynaklarına erişimi hatta bu konuda bilgisi yoktu. Talep etmediği için de toplumsal bir baskı oluşmuyordu. Şimdi o kesim talep eder hale geldi. AKP realitesi buydu. Eski Türkiye'de bu büyük sorundu. AKP döneminde yeni kurumlar ortaya çıktı ve piyasaya entegrasyon sağlandı.

İktisadi demokratikleşme sürecinin tıkandığını düşünenler var. Sizin görüşünüz ne?

Evet tıkandı. Çünkü tek taraflı gittiği için, üretimden ziyade o kesimin tüketime yönelik talepleri dikkate alındığı, o insanların eğitimi ciddiye alınmadığı için bu model tıkandı.

Ama üretim yapan periferik bir iş insanı kesimi oluşmadı mı?

Oluştu. Ama onlar da kendi şehirlerinde kalmadılar. İstanbul'a geldiler. Türkiye'de Anadolu şehirlerinin gelişimini sınırlama görüyorum. Merkezi devlet yönetimi kurulduğu sürece siz bir iki tane daha Kayseri ya da Gaziantep hikayesi yaratırsınız, ama ekonomiye entegre edemezsiniz.

Bölgelerdeki iktisadi kararların bölgelerde alınması gerekiyor.

Bir bakıma iktisadi özerklik öneriyorsunuz?

Ben onu söylüyorum. Bunu siyasi anlamda söylemedim. Fakat siyasi tarafta bu konuda tartışma var diye bunları da konuşmamak olmaz. Türkiye'de şöyle bir durum var: Sermaye Gaziantep'te, Trabzon'da ya da Diyarbakır'da yaratılır, ama İstanbul'da birikir. Mallar da oraya gider, merkezlerin pazarına girebilmek Anadolu sermayesi için çok önemlidir. Hatta bu merkezlere girebilmek için mal üretmeye çalışırlar. Böyle olmaması lazım. Türkiye'nin potansiyeli var. Sermaye ve mal akımlarının merkezlere doğru olmaması gerekiyor. Onun yerine Diyarbakır ile Trabzon'un entegre olması lazım. Bölgelerin birbirleri arasındaki ekonomik ilişkiyi artırmak gerekiyor. İktisadi ajanlar buna ilgi duymuyor. Siz bırakın o bölgenin karar alıcıları kendi bölgelerindeki faaliyetlerini artırmak, istihdamı büyütmek için planlamalar yapsınlar.

Acemoğlu kurumların gelişmesi gerektiğini söylüyor ama ondan öteye geçmiyor. Ben onun ötesine geçeyim. Türkiye'de bölgeler arasındaki ekonomik ilişkiyi geliştirmek için bir kurumsal yapı oluşturulması gerekiyor. Konya'daki bir yol yatırımına Ankara'daki bürokrat karar vermemeli. O zaman o bölgenin iradesi değil Ankara'daki bir müteahhitin iradesi geçerli oluyor. Karadeniz'deki Yeşil Yol tartışması da böyle. İnsanları rahat bırakın onlar gelişmeyi sağlayacaktır. Siyasi alandaki korkuları geride bırakmak gerekiyor. Devlet her şeyi planlayamaz, iktisatçı her şeyi planlayamaz. 

BOFAML: TÜRKİYE'NİN EKONOMİK MODELİ SÜRDÜRÜLEMEZ