BIST 100 9.657,62 % 1,40
USD/TRY 32,5878 % 0,18
EUR/TRY 34,8564 % 0,49
Piyasalar
9.659,38
% 1,42
32,5878
% 0,18
34,8564
% 0,49
1,0671
% 0,26
45,44
-0,05
2.389,79
% 0,45
87,25
% 0,16
En son haberlerden haberin olsun istemez misin?

Türkiye büyümesini arıyor-3

Türkiye büyüme modelini arıyor yazı dizisinin konukları, büyüme kavramını sorgulayan akademisyenler, Fikret Adaman, Bengi Akbulut ve Yahya Mete Madra oldu

Adaman/Akbulut/Madra: Büyümeyi değil planlı ekonomik küçülmeyi (degrowth) konuşalım
SELÇUK OKTAY 18 08 2015, 08:20

Farklı görüşlerden akademisyen, siyasetçi ve araştırmacılara yönelttiğimiz "Türkiye nasıl büyür?" sorusunu bu defa sol perspektiften akademisyenlere sorduk ve büyüme modelinden çok kavramın kendisini sorgulayan cevaplar aldık.

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Fikret Adaman ve Doç. Dr. Yahya Mete Madra ve bağımsız araştırmacı Dr. Bengi Akbulut, büyüme kavramının fetişleştirilmesini eleştirirken, bu kavrama odaklanmak yerine planlı ekonomik küçülme (degrowth) yaklaşımının tartışılması gerektiğini söylüyor.  

Türkiye nasıl büyüdü?

Fikret Adaman: İnşaat ve enerji yatırımları borç alarak pompalanmış ve bu iş yapılırken sosyal ve ekolojik maliyetler büyük ölçüde dışarıda bırakılmış, tüketim endeksli bir büyümeden bahsediyoruz. 

Tüketerek bir ekonomi büyür mü?

Bengi Akbulut: Küçük ölçekli krediye talep yaratıldı. Bu da, finans sektörüne büyüme olarak yansıdı. Genel olarak sanayiye olmasa bile talep yaratılıyor. GSMH’nin kalemlerinden biri tüketim olduğu için bu durum büyümeye yansıyor. Bu durum reel üretim büyümesine ve istihdam büyümesine pek yansımıyor. Talep doğrudan istihdam artışı getirmiyor. 

Yahya Mete Madra: Çok yapısal bir işsizlik var. Umudu kırılmış işsizleri dışarıda bırakarak söylersek yüzde 10’luk bir yapısal işsizlik söz konusu. En ufak bir krizde patlama yaşanıyor. Sıcak paranın gelişine bağlı bir istihdam olduğunu gösteriyor bu durum. İşsizlik birden yüzde 10’dan yüzde 13’e çıkıyorsa nitelikli ya da istihdam getiren büyümeden söz etmek pek mümkün değil. 

Fakat işsizlikte tek haneli seviyeler görüldü. Büyüme krize girmişken işsizlikte görülen bu aşağı yönlü ivmeyi nasıl okumak gerekiyor?

YM: Benzer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de kapasite kullanım oranları düşük. Yüzde 70’lerden bahsediyoruz ve bu oran da son 10-15 yıldır değişmiyor. Sadece kriz dönemlerinde daha fazla gerileme söz konusu ama bu dönemlerin dışında yatay bir seyir izleniyor. 

BA: Aynı zamanda istihdamın niteliği değişti bu dönemde. Yüzde 9,5 işsizlik, geri kalan kesimde tam istihdam var demek, 30 sene önce tam istihdam ile aynı nitelikteki işlere karşılık gelmiyor. Güvencesiz, 3 senede bir iş değiştirilen, aslında devamlı mobil işsizler kesimi söz konusu. İstatistiki olarak herhangi bir dönemde bu kesim işe sahip olarak gözükebilir. Dolayısıyla bu durum çok önemli değil. 

YM: Bir de genç işsizlik çok fazla. 

Yapısal olarak nasıl bir tablo var bu alanda?

FA: Emek piyasasına katılım malum. Özellikle kadın istihdamı açısından dünyanın en düşük ülkelerinden birisi Türkiye. Keza enformaliteye bakıldığında benzer bir durum söz konusu: yüksek bir enformalite oranı söz konusu. Soruyu 'İş arıyor musun?' diye sorduğunuzda zaten iş aramayı düşünmeyenlerle birlikte enformel kesimde, güvencesiz işlerde çalışanlar 'İşim var' diyor.

Dolayısıyla istatistiklere bu kesim işsiz olarak geçmiyor. Ama yapısal olarak bakıldığında sıkıntıları yüksek görmekteyiz. Türkiye’de iki farklı ekonomi var. Bir formel, çalışanların sigortalı olduğu, bir de enformel, çalışanın hangi statüde olduğunun belli olmadığı bir durum söz konusu. Tabii burada tarımın da ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. 

BA: Türkiye’de her zaman büyümenin temel dinamiği emek maliyetlerini kısmak oldu. Yapısal krizlerin üstesinden gelinmesi böyle gerçekleşti. Kobilere bakıldığında ihracatta rekabet avantajını ileri teknoloji ile sağlaması umut edilirken aslında düşük teknolojili, emek maliyetlerini kıstığı için avantaj sağlayabilen şirketler ortaya çıktı. 

Makro perspektiften bakıldığında son 10 yılın bilançosunu nasıl çıkarırsınız?

YM: Son 10 yıl neoliberal miydi, değil miydi tartışması da yapılabilir. Bir yandan, üst kurullarla idare yapısının Derviş sonrasında getirilmesi ve bunların AKP iktidarında belli bir süre devam ettirilmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlık tartışması, Ali Babacan’ın durumu müdaheleden yalıtmaya çalışması, vs. bunlar daha neoliberal bir çerçeve çiziyor. Ama alttan altta bir Keynesgil vurgu da söz konusu.

Fikret’in az önce söylediği gibi inşaat üzerinden yapılan kas gösterimi, barajlar ve HES’lerin ne kadar enerji kazanmak için yapıldığını, ne kadarının aslında inşaat yatırımı olduğu sorusu da var. İnşaat kana çok çabuk karışan bir şey, en azından kısa dönemde çarpan etkisi güçlü. Ama öte yandan uzun dönemde Bengi’nin dediği gibi hiçbir kalitesi olmayan, ileriye dönük katma değer yaratmayan, sonrasında tekrarlanması gereken yapılar yaratıyor. O açıdan hafif Keynesgil vurgusu olan bir yaklaşım bu.

Nasıl bir Keynesgillik bu?

YM: Bu devlet finansmanı ile değil kredilerle ve özel tüketim kredilendirilerek yapılıyor. Bu da zaten banka yasasının değişmesiyle oluşan bir yapı. Dolayısıyla neoliberal ve Keynesgil vurguların birarada olduğu bir karma yapı sözkonusu. Ancak bu karma yapı son dönemde aslında gittikçe daha net bir şekilde ayrıldı. Merkez Bankası tartışması aslında bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu da enteresan bir şekilde Erdoğan’ın önerdiği politikaların Keynesgil ama nasıl bir Keynesgil olduğu sorusunu akla getirdi. Keynesgilliğin farklı çeşitleri var.

Örneğin sosyal devlet Keynesgilliği ile birlikte, inşaata dayalı, ekolojik tahribatı olan askeri bir Keynesgillik de var. Ama bence Keynesgil politika her zaman için sorunlu bir şey. Finansmanın geleceğe ötelendiği bir büyümenin kaçınılmaz olarak yarattıgı doğayı ve ekolojiye yönelik tahribatı hiçbir zaman sorun etmedi. Keynesgil iktisadın egemen olduğu 1970’lerden önce ekoloji tartışmalar oldukça sınırlıdır. 

FA: Bir de, enformalite tartışmaların yapıldığı dönemde ciddi bir sıkıntı oluşturmuyordu. İnsanlar sigortalı işlerde çalışıyordu. Emek örgütlenmeleri güçlüydü. Üçlü bir yapı söz konusuydu. 

YM: Dolayısıyla bu durum Keynesgilliğin niteliğini belirliyordu. Şimdiki Keynesgillik sosyal tahribatı yardım üzerinden, dengesiz bir şekilde çözmeye çalışıyor. Petrol ve enerji eskisi gibi ucuz değil. Neoliberal bir durum var ama ona karşı önerilen Keynesgil büyüme modelinin de aynı zamanda çok ciddi sınırları olduğunu görüyoruz.

Başka ifadeyle bir üçüncü model, başka bir model olabilir mi sorusu Türkiye için önemli bir soru. Merkez Bankası tartışması aslında daha derinde neoliberal büyüme modelleriyle, Keynesgil büyüme modellerinin iflası ile ilgili bir şey. Dolayısıyla bu üçüncü model için nasıl bir tartışma alanı var Türkiye’de bunu sormak gerekir.

Prof. Dr. Fikret Adaman

Büyüme beraberinde gelir dağılımında eşitlik getirmedi. Fakat büyümenin yüksek olduğu dönemde siyasal iktidarın toplumdan destek aldığını gördük. Bunu nasıl açıklamak gerekiyor?

FA: Siyasi destek için başka parametrelere de bakmak gerekli. Ayrıca alternatifler nedir, bunlara bakmak lazım. Siz bir şeyi beğenmiyor olabilirsiniz ama ortalıkta şu ya da bu nedenle başka bir alternatif yoksa o harekete desteğinizi sürdürebilirsiniz. Ayrıca desteğin ne kadar sürdüğü de son seçim sonuçlarına bakarak sorgulanabilir. Kimse açlıktan ölmedi Türkiye’de; bir tür yardım ve destek var ama hesaplar gösteriyor ki Türkiye’de yaklaşık yüzde 25’lik bir nüfus açlık sınırının etrafında, özellikle bir darbe yediği zaman kırılgan bir yapı arz ediyor. Zaten bu kesimin önemli bölümü enformel alanda çalışıyor.

Bu yüzde 25’lik kesimin çocukları da iyi eğitim alamıyor. Dolayısıyla bir 20 yıl sonra bu kesimin çocukları da kendilerini büyük ölçüde aynı noktada bulacaklar. Dolayısıyla sosyal politikalar, gelir dağılımı açısından yüzde 25’lik bir kesimin böyle bir sarmalın içinde olduğunu düşünüyorum. Belki bugünkü politikalara bakıldığında her ülkede bu sarmalın içinde olan bir kesimden bahsetmemiz mümkün ama Türkiye’de bu oran gerçekten çok yüksek. Fakat aileler arası bağlar, güvenlik ve dayanışma ağları, kırla sürmekte olan ilişki ve üzerinde tartışmalar devam eden başka parametrelerden dolayı buradan bir isyan çıkmıyor.

BA: Ekonomik koşulların deneyimlenmesi ile oy verme davranışı arasında çoğu ülkede bu kadar yakın bir bağ olmadığı gibi Türkiye’de de yok. 

2009 krizinden hemen sonra yerel seçimlerde bu tip bir reaksiyon gördük ama.

YM: Elbette bir ilişki olduğu söylenebilir ama başka faktörleri de dikkate almak gerekiyor. Burada ekonomistlerin yaptığı tehlikeli bir şey var. Ekonomik kriz yaşandığında siyasal iktidarın oyu düşer deniyor. Ekonomik krizin yaşanmasına neden olan başka etkenler de var. Dolayısıyla orada doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi çıkarmak ekonomik determinizm olur. Orada farklı, daha karmaşık etkileşimlere bakmak gerekiyor. Son seçimde HDP’ye giden oyların belli bir kısmı bence kimlikten daha ziyade sınıfsal nedenlerle gerçekleşti. Oyların verildiği bölgelere bakıldığında İstanbul’daki oyların önemli kısmı -Nişantaşı, Cihangir deniyor ama- emekçi mahallelerinden gelmiştir.

Kentlere gelmiş Kürt seçmeni enformel işlerde çalışan proleter nitelikli, özellikle son 20 yıldır sola yakın bir kesim. Dolayısıyla Refah Partisi’nden bu yana emekçi kesimlerle temas kurmuş bir AKP geleneği eğer Türk-Sünni emekçi kesimleri ile temas kurabiliyorsa, bugün de HDP Kürt emekçi kesimleriyle temaslaşabiliyor. Tepki oyunu biraz da orada aramak lazım. Yüzde 13’ü bir çok yorumcu milliyetçilik ve baraj meselesi üzerinden okuyor ama emekçi kesimin tepkisini de dikkate almak gerekiyor. Anımsarsanız Tekel direnişini de hareketlendiren Diyarbakır’dan gelen işçilerdi. İşçi sınıfı içinde o anlamda Kürtlerin bir öncülüğü söz konusu. Gençlerin HDP’ye yöneldiği söyleniyor. Gençlerde işsizlik ve prekarya oranı da çok yüksek olduğu için ekonomik dinamiklerin etkileri daha fazla görüldü.

Doç. Dr. Yahya Mete Madra

Bölgesel gelişmişlik olarak Türkiye nasıl bir büyüme modeli gösterdi. Bölgeler arasındaki makas kapandı mı?

FA: Buna cevap vermeden önce şöyle ufak bir şerh düşmek istiyorum. Konuşmanın başından bu yana büyüme üzerinden konuşuyoruz ama bu parametreleri de tartışmamız gerekiyor. Meseleye büyüme üzerinden ve son kertede kişi başı gelir üzerinden baktıkça burada kendimizi kısıtlamış oluyoruz. Biz sadece bu kavramlarla tartışılmaması gerektiğini düşünüyoruz. 'Büyüdük ama bu arada bazı ekolojik ve sosyal maliyetler oldu. E, onlar da bu işin sonucuydu' diye sunuluyor.

En basitinden mesela insani gelişmişlik endeksine baktığınız, eğitimi ve sağlığı işin içine kattığınız zaman, okullaşma oranlarına baktığınız zaman, eğitimin kalitesine baktığınız zaman, okunan kitap sayısına göz attığınız zaman vs. bu tür parametrelerle değerlendirdiğinizde—ki bu tip kriterlerin de sıkıntıları olduğunu biliyoruz—çok farklı bir görüntü ortaya çıkıyor. Misal, Türkiye’de her gün iş kazalarında 3 kişi ölüyor. 30-40 kişi öldüğünde manşet oluyor bu kazalar. Bu ölenlerin önemli kısmı kayda geçmiyor. Burada durup bence biz böyle bir şey istiyor muyuz diye bakmamız gerekiyor. Çok ciddi bir ekolojik yıkım var. İnsanların hayatları da çok ciddi bir şekilde alt üst ediliyor. Kentteki dönüşümden dolayı sosyal olarak çok ciddi yıkımlar var. Bu yıkımlar ve maliyetler hep böyle bütçe hesaplamalarının öğesi olarak yapılıyor. Türkiye’de kimse de bu duruma karşı çıkmıyor.

Türkiye büyürken bu parametreleri nasıl geliştirebilirdi? Neden Türkiye büyürken bu parametrelerde de gelişme kaydedilmedi?

YM: Kabaca söylersek hem neoliberal hem de Keynesgil paradigmaların körlüğü yüzünden. Neoliberal paradigma olayı hak değil tamamen teşvik ve müeyyideler meselesi olarak görüyor, insanları homo economicus olarak değerlendiriyor. Keynesgil paradigma ise bunları toplamlar olarak, büyüme oranları olarak görüyor.

BA : Bölgeler arası olarak bakıldığında okullaşmada bir gelişme var. Ama Türkiye’de sosyal politikalar hiçbir zaman yerelin koşulları dikkate alınarak oluşturulmuyor. İkinci olarak büyüme her zaman eşitsizlik yaratır. Biz büyümenin Türkiye’de neden eşitsiz olduğundan bahsediyoruz ama büyümenin her zaman maliyetleri vardır. Burada ekolojik maliyetler söz konusu. Çünkü ekonomik faaliyetlerin doğadan koparıldığı ya da onu hiç etkilemediği bir sistem söz konusu değil. Ekonominin hepsi hizmet sektörü olsa bile doğaya etki var. Fakat burada herkesin doğası etkilenmiyor.

Büyüyen Türkiye’nin enerjisi nereden geliyor? Yapılan enerji yatırımları nerede yoğunlaşmış, böyle birkaç bölge sayılabilir. İstanbul bir sanayi bir hizmet merkeziyken, İstanbul’un çevresi yani Trakya ve Çanakkale bölgesinde termik santraller kuruluyor. Bu, bir tarafının büyümesinin gölgesinin diğer tarafa düşmesi demek. Oradaki insanlar doğanın bozulmasından etkilenecek, oradan kaçıp şehirlerde ucuz emek gücü olacak. Büyüme böyle bir şey. Biz büyümeyi neden istiyoruz sorusuna cevap vermek gerekiyor. 

YM: Büyümenin ideolojik bir etkisi de var. Yüksek büyüme politika konuşmalarında kullanılan bir unsur. 

Peki sosyal ve ekolojik tahribatı engellemek için nasıl bir politika izlenmesi gerekiyor? Türkiye bir yandan milli gelirinde büyüme sağlarken bir yandan insani gelişmişlik endeksinde nasıl sıra atlayabilir?

FA: Ben burada biraz provokatif olayım. Ben olsam soruyu bu şekilde kurgulamazdım. 'Türkiye nasıl büyür?' sorusundan ziyade 'Nasıl bir Türkiye tahayyül ediyoruz, Türkiye’nin ekonomi politiği nasıl olmalı?' sorusunu sormayı tercih ederdim. Yoksa, 'Odağa büyümeye alalım ama -iktisadi terminoloji ile söylersek- birtakım dışsallıklar olacak onları da içselleştirmeye çalışalım' yaklaşımı çok doğru bir yaklaşım değil. Ben planlamanın Ankara’dan akil insanlar tarafından yapıldığı bir modele de karşıyım. Bu yapı pekala oradaki ekolojiye de dikkat edebilir, eşitlikçi bir ülke yaratmak üzere de çalışabilir.

Ama biz daha farklı bir şey söylüyoruz. İktisadi planlamaların daha politik süreçlerde tartışılması gerekiyor ve bunun elden geldiğince yerelden çıkması gerekiyor. Biz yerele bağımsız feodal devletçikler gözüyle bakmıyoruz. Tabii ki yerellerin koordine olması lazım, birtakım süreçlerin makro düzeyde tasarlanması lazım, bunların ülke içerisindeki belki de uluslararası etkilerinin değerlendirilmesi lazım. Bir noktada biz planlı bir yaşamın kaçınılmazlığına vurgu yapıyoruz. Ama biz bu planlamanın katılımcı demokratik yapılanmalarla inşa edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bunun elden geldiğince yerele inen, yerele odaklanan bir yapı olması gerektiğine inanıyoruz. Ayrıca, Avrupa’da ve başka ülkelerde 'degrowth' yani planlı ekonomik küçülme modeli son 10 yıldır tartışılıyor; bu tartışmayı gözden uzak tutmayalım diyoruz.

Bengi Akbulut

Nedir bu yeni modelin ana hatları?

BA: 'Büyümeme' hareketi özellikle İtalya, Fransa ve İspanya’da çıkan aslında mutlak anlamda bir küçülme gibi düşünülmektense, ekonominin büyümeye hizmet etmesi ya da toplumsal olarak bunun arzu edilebilirliğini sorgulayan bir hareket. Tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe büyümeyi önceleyen politikaların sorgulandığı bir model bu. Bunun önemli fikri ve sosyal kökenleri söz konusu. Büyümeden ziyade iyi yaşamayı ve doğa ile saygılı bir ilişki kurmayı savunan birçok tarihi kültürel yapı da var.

Bu hareket akademisyenlerin bir araya gelmesi ile yaygınlaşmış durumda. Bugüne kadar genelde fikir geliştirme ve birtakım yerel deneyimler üzerinden gitti. Mesela konutu meta haline getirerek bunun büyümesine odaklanmak değil, herkesin ihtiyacı olacak kadar bir konuta sahip olması, bunu da mümkün olduğu kadar sosyal tahribat yaratmadan yapmak gibi ilkeler söz konusu. Ama her zaman hareket 'varolan sistem içinde bir şey önermediğiniz sürece bunlar hayata geçirilemez' diye eleştirildi. 

Somut örnekleri var mı bu yaklaşımın?

BA: En son İspanya’da Podemos seçime girmeden önce 10 maddelik politikalar önerisi manzumesi yarattı. Bunlardan bir tanesi GSYH’nin ekonomik performansı ölçen bir gösterge olarak tek başına ya da hiç kullanılmaması gerektiği. Bunun yerine başka endekslerin kullanımı öneriliyor. Büyümenin ekolojik ve toplumsal boyutunu gösterecek başka veriler söz konusu. İkinci olarak planlamada her sene büyüme hedefi koymak yerine birtakım ekolojik kısıt endeksleri konması. Örneğin karbon salınımının belli bir seviyenin altında tutulması gibi. Ücretlere belli bir denge getirilmesi, herkese vatandaşlık geliri getirilmesi gibi gelir eşitsizliğinin önlenmesine yönelik adımlar.

Temel vatandaşlık gelirinin üzerine uygulanacak politikalar var. Örneğin iş paylaşmak. İstihdam yaratmak için büyümek yerine, herkese en azından temel vatandaşlık geliri ve herkesin ihtiyacı olacak şekilde çalışabileceği bir model. Böylelikle istihdam yaratmak için büyümemiz gerekiyor algısını da tersine çevirmiş oluyor. İlla ki büyüme olmadan istihdamı yaygınlaştırabiliyorsunuz. 

Bu modelin finansmanı konusunda tartışmalar var mı?

YM: Aslında burada üç tane kavram var: dayanışma, artık ve yeterlilik. Öncelikle bireycilik ve rekabet yerine dayanışma kavramının öne çıkarılması gerekiyor. Bütün bu tartışmalarda arka planda olan şey neoliberal anlayıştaki bireyci ontolojiye karşı daha dayanışmacı, daha paylaşımcı bir toplumsal ontoloji önermek. İkincisi toplumsal artığın nasıl üretildiği, kimin el koyduğu ve nasıl paylaşıldığı meselesi geliyor. Vergi meselesi biraz bununla ilgili. Toplumsal artığı üretenler o artıktan ne kadar pay alıyorlar ya da hiç alamıyorlar. Temellük edenler bunu nereye harcıyor, nereye yatırım yapıyorlar. Gelir dağılımı tartışmaları aslında bölüşüm ilişkileri üzerinden gidiyor. Toplumsal tartışmalarda bunların yerinin olması lazım.

Bizim aslında büyüme oranları yerine artığın nasıl paylaşıldığını tartışmamız lazım. Mesela borsa endeksleri her gün ekran altından geçiyor, neden işsizlik endeksi ya da sömürü oranı geçmiyor? Son olarak da yeterlilik kavramına değinelim. Biz hep gerekliliklerden bahsediyoruz. İktisat gerekliliklerin bilimi denir. Aslında dünyaya bir kıtlık ontolojisinin penceresinden bakmamıza neden oluyor ve kıtlık koşulları altında kâr/yarar ençoklama ile birlikte düşünülüyor. Halbuki gereklilik, kıtlık, kemer sıkma vs. yerine yeterliliğe odaklanmalı. Bize nitelikli yaşam için ne yeter diye sorulamalı.

Büyümeyi fetişleştirmekden sözettik. Ama büyüme bir fetişten ziyade daha çok eril bir kavram. Büyümenin getirdiği erilliğe karşı yeterliliği koymalı. Bu sadece bireylerle ilgili değil, oradan başlıyor kuşkusuz ama mahallelerle, toplumla ilgili bir şey. Örneğin son seçimde asgari ücret tartışmasının en önemli katkısı Türkiye’de DİSK’in verdiği bir aileye geçinmesi için yeterli seviyeyi ortaya çıkarmasıydı. Neyin yeterli olduğu tartışılmaya başlandı. Yeterlilik toplumsal olarak insanların tartışmasıyla ortaya çıkacak bir şey. 

FA: Tabii belli noktalar ya da bölgelerdeki yeterlilik için büyüme gerekiyor. Ama Türkiye geneline baktığınızda, şatafatlı bir tüketim söz konusu. Bu tüketim neden var? Ne pahasına var? Bütün bunların yapılabilmesi için, büyüyelim argümanı ve bütün bu tartışmanın bunun üzerinden gitmesinin yeniden kurgulanması gerekiyor.

SÖYLEŞİ DİZİSİNİN ÖNCEKİ BÖLÜMLERİ

Yukarı

Business HT×